Yeni Söz

26.1.07

Bir düğün, bir cenaze/ Burak COP



Demokrat ve “duyarlı” Türkiye kamuoyu kelimenin tam anlamıyla adice katledilen cesur adam Hrant Dink’i uğurlamaya hazırlandığı sırada, yüreklere bir nebze olsun su serpen bir haber aldı. 22 Ocak Pazartesi akşamı, yani Dink’in cenazesinden yalnızca bir gün önce, Adalet Bakanlığı, Türk Tabipler Birliği’nin F tipi cezaevlerindeki tecrit koşullarının yumuşatılması yönünde hazırladığı rapora olumlu bir karşılık verdi. Avukat Behiç Aşçı da buna karşılık 9 ayı aşan ölüm orucuna ara verdi.

Dokuz aydır Avukat Aşçı’nın -bir ara TBMM Başkanı Arınç’ın bile gündemine gelen- eylemi karşısında üç maymunu oynayan Bakanlığın yapıcı bir adım atmak için seçtiği tarih manidardı. Toplam nüfusa oranlandığında mutlak bir azınlık teşkil eden, ama Dink katledildiğinden beri “Hepimiz Ermeni’yiz” sloganını ülke insanının zihnine sokmayı başaracak kadar etkinleşen demokrat kamuoyunu az da olsa rahatlatacak, yatıştıracak, bundan başka bir inisiyatif de gelemezdi herhalde iktidardan. Hele ki namlunun ucunda olduğunu en şuursuz insanın bile tahmin edebileceği Hrant Dink’in korunmamasından ötürü Hükümet’e böylesine bir tepki varken.

Rahmetliyle tanışmak nasip olmadı ama Aşçı’yı tanıdım. 30 Haziran 2006’da, ölüm orucunun henüz 87. günündeydi. Eylem o sırada değil “duyarlı” kamuoyu, “en duyarlı” kamuoyunda bile sınırlı bir yankı bulmuştu. Ben de o dönemde bir haber kanalında muhabirlik yapıyordum. Behiç Aşçı ve yandaşlarının “Direniş Evi” diye adlandırdıkları İstanbul Şişli’deki bir apartman dairesinin yolunu tuttum, devrimci avukatla röportaj yapmak için. Sanırım Aşçı’nın eylemini haberleştirecek ya ilk, ya da ikinci ulusal kanaldık. Behiç Aşçı o gün bana tecridin kaldırılması gibi gerçekdışı bir amacı olmadığını, tecridin hafifletilmesini de beklemediğini, yalnızca Adalet Bakanlığı’ndan “tecridin hafifletilmesi yolunda bir adım” beklediğini söylemişti. Bu gerçekleşirse eylemi bırakacağını söylemişti. Samimiymiş. Aradan bir 6 küsur ay daha geçtikten sonra bu dediği olunca, eyleme ara verdi. Eğer ki Bakanlığın “iyi niyet”li olduğuna kanaat getirirse, kendi kendini daha fazla çürütmeme yolunda nihai kararı alacaktır. Buna inanıyorum, inanmak istiyorum.

İnsana güven veren, babacan bir hâli vardı “Avukat Behiç”in. O kendini meğer hep böyle tanıtırmış; “Avukat Behiç”. Benimle, kameramanımızla ve stajyer muhabirimizle tokalaşırken de bu kuralı bozmadı. Eve adımımı attığımda “Demek yıllarca bahsini duyduğum, “örgüt evi” dedikleri böyle bir şeymiş, vay vay vay” diye ironik düşüncelere dalmaktan kendimi alamadım. Tecahül-ü arife (bilip de bilmezlikten gelmeye) gerek yok, Behiç Aşçı devrimci çizgide bir insandı. Yıllarca illegal bir örgütün tutuklu ve hükümlülerinin haklarını savunmuştu. Keza o gün evde Aşçı’ya destek için 1 günlük açlık grevi yapan, hepsi de o aynı sloganlı kırmızı yeleği giyen insanlar da söz konusu örgütün, hani yetkililerin pek sevdiği ifadeyle, “sivil uzantısı”na üyeydi. Benimse bu insanların siyasi çizgisine herhangi bir yakınlığım olmadığı gibi, “Cephe”lerinin eylemlerine bilhassa karşıydım. Neticede internet sitesinde “Falanca yerde polis otosu tarayarak oligarşiye ders verdik” yahut “Filanca mahallede esrar satan bakkala devrimci dayak attık” gibi şeyler yazan bir oluşum bana pek de sempatik gelmiyordu.

Ama tüm bunlar Aşçı’nın eyleminin saygınlığına zerre kadar bile halel getirmiyordu, getiremezdi. Neticede o hiçbir şiddet eylemine karışmamış bir insandı. Hakkıyla yapıldığında dünyanın en soylu (tersi de geçerli) mesleğini icra ediyordu. Ve meslektaşlarının çoğundan farklı olarak, kendini bu ülkede en az düzeyde “insan” muamelesi gören insanların haklarını savunmaya adamıştı. Yani insan haklarına biz dışarıdaki özgür insanlardan daha fazla ihtiyacı olanların savunulmasına… “Ölüm orucu”nun fikri bile beni ürpertiyordu, kitlelerin daha iyi yaşamasını isteyen bir insanın kendini ölüme yatırması gibi bir şeyi kabul etmiyordum. Edemiyordum. Ama Aşçı bana cezaevlerindeki tecrit uygulamalarını anlattıkça “Bu anlatılanların yalnızca yarısı bile doğruysa, ortada vahim bir durum var” diye düşünmekten de kendimi alamadım. Avukat Behiç’e içtenlikle saygı duydum.

Aşçı’nın annesi Fazilet Hanım, 12 Aralık’ta BirGün’den Ahmet Tulgar’a verdiği röportajda “Eylem bitse kapıp götürürüm oğlumu. ‘Ne yersin yavrum, ne istersin yavrum?’ diye sorarım. Kucağımda taşırım onu” diyordu. Ve eğer eylem biterse, bir dileği daha vardı kederli annenin; “Onu evlendireceğim. Düğün edeceğim. Torun istiyorum”.

Düğün ve cenaze… Hayatın, diyalektiğin iki yüzü. Hani bazı Beşiktaş taraftarlarının dediği gibi; “Siyah-Beyaz. Ölüm-Yaşam”. Hiç olmazsa Dink’in cenazesinin ardından Aşçı’nın düğününe tanıklık edebilsek…

0 Comments:

Yorum Gönder

<< Home