Neden Cumhuriyet? Neden Laiklik? Neden Toprak Bütünlüğümüz? / Mehmet Karlı
Bir soru çok şey değiştirdi tarihte. Bir soru, bir kelime, beş harf: Neden?
Kral dedi ki: “Bak arkamda Tanrı da var, ben ne dersem kanun odur”. “Neden” dedi birileri: “Parayı kazanan biz, sana para veren biz, ama son sözü söyleyen sen. Tanrı bu ise müdahil olmasın, sen de söyle bir kenara geç bakalım”. Birileri neden dedi, kral gitti meclisler geldi.
Meclisin hükümeti dedi ki: “Bak biz artik bir milletiz; sınıfsız kaynaşmış bir toplumuz. Bol bol çalışmalıyız ki en zengin, en güçlü biz olalım.” Böyle geçti günler bir vakit, iki vakit… Sonra çıktı birileri dedi ki: “Bol bol çalışan ben, parayı bol kazanan benim patron. Zenginliği yaratan, bundan devlete para veren ben… Meclise gideceği seçen, oy veren ben… Ama devletin malını yiyen, devlet anadan emziren yine benim patron…”
Birileri neden dedi; barikatlar kuruldu mücadeleler verildi. Patronun devleti oldu sosyal devlet.
Birileri neden dedi, işine geldiğinde istediğini pataklayan devlet oldu insan hakları devleti.
Hiç bir zaman kolay olmadı değişim. Her “neden” diyene kendilerini meşru kılan güzel hikâyeler anlattı önce muktedirler. “Bak hepimiz Tanrı’nın kuluyuz, Tanrı da beni seçti ve ne yapıyorsam Tanrı içindir dedi birileri”. “Bak hepimiz bir milletin parçasıyız, bu millet beni seçti ve ne yapıyorsam bu millet için dedi diğerleri”. Siyaseti öte dünyadan bu dünyaya indirmek, milletin aslında sınıfsız olmadığını ve görünümde millet adına yapılanların gerçekte belirli muktedir sosyo-ekonomik gruplara fayda sağladığını, dolayısıyla bazılarının diğerlerine göre bu millette ‘daha eşit’ olduğunu göstermek hep “neden” diyenlerin, siyaset sahnesinde de hep solun görevi oldu.
Sol siyasetin yelpazesi içinde her zaman farklı renkler, kırmızının çok değişik tonlarını barındırdı. Neydi onları ‘sol’ veya ‘sosyal’ yapan? Bu soruya verilebilecek birçok yanıt olabilir. Böyle bir yazı kapsamında verilecek her yanıt basite indirgeyici olma riskini taşımakla beraber, şahsen su ortak noktaları sıralayabilirim: Sürekli surette şüpheci olmak, iktidarın veya egemen söylemlerin kullandığı genellemelere/ kavramlara/anlatılara hep şüpheyle yaklaşmak. Politikaların aslen refahın paylaşımı üzerindeki etkilerine yoğunlaşmak. Değişime inanmak; siyasette adı ne olursa olsun tüm kutsallara –ister uhrevi kutsallara, isterse de kutsal devlet, kutsal millet gibi dünyevi kutsallara- karşı durmak.
İste bu gelenek değiştirdi ‘siyaset kimin için yapılıyor’ ve ‘kimin için yapılmalı’ sorularının yanıtını. Önce Tanrı idi yanıt; sonra millet geldi yerine; bazı diyarlarda sınıflar aldı milletin yerini; ve günümüzde de -birçok siyasi akıma göre- birey oturdu bu tahta. Sosyal demokrat hareket, özgürlükçü siyaset ve sosyal devlet modelini birleştirme çabası içinde, insanın/bireylerin mutluluğunu, refahını ve özgürlüğünü koydu kendi siyasetinin amaç hanesine.
Sosyal demokrat siyaset varoluş nedenini, mümkün olduğunca geniş sosyo-ekonomik grupların refahını ve özgürlüğünü arttırmak; her bir birey için minimum bir refah ve özgürlük seviyesini garanti etmek ve bunları yaparken de azınlıkta kalanların/politikalardan olumsuz etkilenenlerin vazgeçilemez özgürlüklerinin çiğnenmemesini temin etmek olarak tanımladı.
Peki, günümüz Türkiye’sinde bu küresel ve tarihi akıma aidiyet iddiasında bulunan sosyal demokratlarımız ne yapıyorlar? Türkiye’de kendisini sosyal demokrat olarak tanımlayan bir çok vatandaşın oyunu verdiği CHP’nin söyleminin ana sütunlarını neler oluşturuyor?
“Cumhuriyeti koruyacak ve kollayacağız!”
“Laikliğe ilelebet sahip çıkacağız!”
"Bu ülkenin toprak bütünlüğü muhafaza edilecektir!”
Baştan açıkça söyleyeyim, ne Cumhuriyet’in korunmasına, ne laikliğe sahip çıkılmasına ne de Türkiye’nin toprak bütünlüğünün muhafaza edilmesine karşıyım. Sadece bir önerim var: Lütfen durun bir dakika ve sorun kendinize: Neden? Neden diye sormak bir suç değil; neden diye sormak bu söylenenlere illaki de katılmıyorsunuz anlamına da gelmez. Neden Cumhuriyet bu kadar önemli? Neden laiklik korunmalı, neden bu ülke bölünmemeli? Bu kurumların/değerlerin korunması kimin/kimlerin çıkarına? Bu sistemden kim istifade ediyor? Bu oyunda hangi sosyo-ekonomik gruplar kazanıyor, hangileri kaybediyor?
Belirttiğim gibi ben de söz konusu kurumların/değerlerin korunması ve kollanması gerektiğini düşünüyorum. Çünkü bu kurumların, siyasal prensiplerin korunmasının, Türkiye’de yasayan geniş sosyo-ekonomik grupların refahının ve özgürlüklerinin geliştirilmesine faydalı olacağına kaniyim. Önümüzdeki yazılarımda neden bu inançta olduğumu daha detaylarıyla anlatmaya çalışacağım.
Beni rahatsız eden nokta, yukarda kabaca resmini çizmeye çalıştığım düşünsel akıma aidiyet iddia eden Türkiye sosyal demokrasisinin bu kurumları/değerleri savunurken nedenlerini açıklamayı gitgide savsaklaması, bu değerleri bir nevi inanç seviyesine yükseltmesidir. Rahatsızlığımın nedeni, siyasal söylemde vurgunun kurumların üzerinde kalması, sol siyasetin merkezinde yer alması gereken insanın/bireylerin ve dolayısıyla mevzu bahis kurumların/değerlerin bu bireylere faydalı olduğu için var olması gerektiği hususunun yeterince incelenmemesi, anlatılmamasıdır.
Sosyal demokrat hareket hiçbir kurumu veya siyaseti ‘kutsal’ veya ‘tarihten böyle geldi böyle gidecek’ diye savunamaz. Böyle bir yöntem sol düşünce dünyasında yer bulamaz. ‘Kutsallar’, ‘inançlar’ üzerinden yapılacak bir mücadeleyi, siyasi alanda kutsalların yer almasına karsı çıkarak mevcudiyetini yaratmış olan sol siyaset kazanamaz. Sosyal demokrat hareket içinde her türlü söylemin tam merkezine insanın/bireyin; toplumun geniş sosyo-ekonomik gruplarının refah ve özgürlüklerinin, diğer grupların minimumlarının hilafına olmamak kaydıyla, geliştirilmesi amacının konulması zaruridir. Her politika ancak bu amaca ulaşmaya uygunluğu açısından meşrulaştırılabilir. Mevzu bahis olan kurum/değerler ne olursa olsun, her daim, toplumun değişen koşulları göz önüne alınarak, bu amaca uygunlukları açısından gözden geçirilmeli; gerektiği takdirde gerekli değişiklikler gerçekleştirilmelidir.
‘İnsan’ tekrar sosyal demokrat söylemin merkezine gelirse, ‘neden’ diye sormak, her kavramın altını şüphecilikle kazmak yeniden düstur olarak benimsenirse, belki o zaman cumhuriyeti, laikliği, toprak bütünlüğünü savunmak adına yapılan her icraatın çok da doğru olmadığı görülebilir, eleştirilebilir.
Belki o zaman daha çok vatandaşın zihnine hitap edilir ve bu değerler daha sağlam bir zeminde korumaya alınabilir.
Belki o zaman on, on iki yaşında çocukların hayatını kaybettiği olaylardan bahsederken, tüm dikkat devletin kolluk güçlerinin yetkilerinin arttırılmasına değil de, ‘ne yapar da bu çocukları bu hayattan kurtarabiliriz’ sorusuna yanıt vermeye yöneltilebilir.
Belki o zaman, ülkenin sorunlarını demokratik ortamda konuşarak, tartışarak çözme anlayışına bağlılıkla HEP ile oy kaybetme pahasına işbirliğine girenlerin mirasından hicap duyulmaz ve dolayısıyla hareketin kendi tarihi ile çelişkiye düşülmez.
Belki o zaman tekrar genç kitlelere hitap edebilen, ehveni şer diye değil de gerçekten iktidara gelmesi istenilen bir siyasi hareket olarak oy toplanabilir.
0 Comments:
Yorum Gönder
<< Home