Yeni Söz

14.4.06

Ermeni Soykırımı Meselesine Nasıl Yaklaşmalı / Özgür Mumcu

Ermeni soykırımı üzerinde belli ki daha yıllarca tartışacağımız bir konu. Hatta bu tartışmanın daha yeni başladığını bile söylemek mümkün. Demokratik tartışma kültüründen nasibini yeterince alamamış bir ülkede, netameli konuların salim kafayla ele alınması kolay değil. Unutulmaması gereken başka bir husus ise, bir kısım hariciyeci ve tarihçinin aksine, özellikle kamuoyunun 1915’te neler olup bittiği konusunda neredeyse hiç bir bilgiye sahip olmaması. Ortalama bir vatandaş, kendisini, birdenbire, durduk yere haksızlığa uğramış gibi hissediyor.

Bunun yanında, kanımca tartışmayı kilitleyen asıl husus ise, « tarihi tarihçilere bırakalım » sloganıyla somutlaşan yaklaşım.Tarihçilerin konuyu enine boyuna araştırmalarını elbette arzu ederiz. Ancak, 1915’te yaşananların soykırım olup olmadığının tespiti, tarihçinin görev ve yetkinliğinin dışındadır. Bir olayı bir tarihçinin ya da siyaset bilimcinin soykırım olarak tanımlayıp tanımlamamasının hukuki bir değeri bulunmamaktadır. Yani, Yusuf Halaçoglu’nun ya da Halil Berktay’ın hukuki nitelemeleri anlam ifade etmemektedir.

Hukuk tanım fetişistidir. Dünyayı öyle anlar, algılar. Tanımlar üzerine kurduğu sistem içinde yasar. Bu nedenle soykırım tanımı, diğer tüm tanımlar gibi hukuki açıdan önemlidir. Tarihçilerin araştırmaları tek başına bir durumu soykırım olarak nitelemeye yetmeyecek, ancak bir hukuki niteleme işlemine yardımcı unsur olacaktır. Soykırımın hukuki tanımında da bir grubu yok etme niyetinin bulunması gerekmekte. Bunu eleştirebiliriz, çünkü birçok durumda katliam yapanlara bir kaçış imkânı vermektedir. Doktrinde bu kriterin, soykırımla mücadeleyi zayıflattığı da iddia edilmekte ve örnek olarak da, 1915 olayları ve Brezilya’nın 1969'da yerli halkları katletmesi verilegelmektedir. Eleştirilsin ya da eleştirilmesin, niyet kriteri, soykırım tanımının bir parçasıdır. Bundan ötürü, söz konusu olayları soykırım olarak nitelemek hukuki olarak zor görünmekte. Yoksa Soykırım Sözleşmesi sebebiyle Uluslararası Adalet Divanı’na tek taraflı olarak bir devletin başvurması mümkün. Ama bugüne dek başvurulmadığı dikkate alınırsa, oradan pek bir şey çıkmayacağını değerlendirilmiş gibi görülüyor. Bundan dolayı Ermeni taktiğinin ana ekseni, isin siyasi boyutuna vurgu yapıp, Batılı ülkelerin parlamentoları aracılığıyla siyasi ve psikolojik bir karine yaratmaktan olusmakta.

Dikkat çeken bir başka kafa karışıklığı ise, soykırım ve ölü sayısı ilişkisinde. Soykırım teşkil etmeyen bir katliamın, insani bilançosu, soykırım teşkil eden bir katliamdan daha ağır olabilir. Yani çok insan öldüyse soykırımdır, az öldüyse değildir gibi bir yaklaşımın hukuk tarafından pek savunulacak yani yoktur. Yine aynı şekilde, bir olayı, soykırım diye nitelememek o olayın ağırlığını ya da siyasi, sosyolojik etkilerini fazla değiştirmeyecektir. Osmanlı’nın dağılma surecinde tüm halklar gibi, Ermenilerin de sayısız acı çektiğini göz ardı etmemek insanlığın gereğidir. 1915’de olanların soykırım olmadığını savunmak, 1915’de hiç bir şey olmadı demek değildir. Bu topraklarda, insan kervanlarının kötü muamele, açlık, hastalık gibi bir çok sebeple hayatlarını kaybettiğini yadsımak, Ermeni meselesini daha da karmaşıklaştırmak demektir. Aynı dönemde Türk Müslüman nüfusun da büyük acılar çekmiş olması, herhalde başkalarının acılarını reddetmek için geçerli bir sebep değildir.

« Türkler Ermenilere soykırım uyguladı » önermesi de yine hukuken anlamsızdır. Bir soykırım olduğu farz edilse dahi, soykırım fiilini isleyenler genel ve soyut anlamda Türkler olarak tarif edilemez. Ayni şekilde, Musevilere soykırım uygulayan merci tüm Alman milleti değildir. Soykırım bireysel bir suçtur ve bu sebeple failleri, bireysel olarak bu suçtan sorumlu tutulur. Devletin sorumluluğu ise ancak soykırımı önlememek ya da olduktan sonra failleri cezalandırmamaktan dolayı dogar.

Uluslararası kamuoyunda 1915’te Ermenilerin başına gelenler genelde İkinci Dünya Savası’nda Musevilerin başına gelenlerle kıyaslanmakta ve bu soykırım iddialarını güçlendirmektedir. Ancak, 1915’te Ermenilerin uğradığı insanlık dramı, Musevilerden çok, İkinci Dünya Savası’ndan sonra Almanların yaşadığı fazla bilinmeyen başka bir insanlık dramını çağrıştırmaktadır. İkinci Dünya Savası’nın bitimiyle, milyonlarca Alman, Doğu Avrupa ülkelerinden Müttefik işgali altındaki Almanya’ya tehcir edilmiştir. Tehcir’in sebebi, Almanya dışındaki Almanların, Nazi Almanyası tarafından yayılmacı amaçlarla kullanılması ve ileride bunun tekrarinin engellenmesidir. Gerekli sağlık, barınma ve beslenme koşulları sağlanmadığından, tehcir edilen on beş milyon kişinin iki buçuk milyonu tehcir esnasında hayatini kaybetmiştir. Ancak kimse, bu bahsi geçen tehciri, soykırım olarak nitelememektedir. Ölü sayısı iki buçuk milyon olmasına rağmen. Olayın sadece tehcirle sınırlı kalmamasına, sekiz yüz elli bin Almanın, Sovyetler Birliğinde çalışma kamplarına yollanmasına rağmen. Sanırız bu örnek, Ermeni soykırımı meselesine yaklaşımımızdaki temel hataları göstermektedir.

Yaklaşımımızdaki anlayışı değiştirmezsek, resmi tezimizi savunanlar yurt dışında inkârcı, yurt içindeki muhalif görüşler ise vatan haini damgasından kurtulamayacaktır. Ne Ermenilerin yaşadığı acıları kabul etmek, Ermenilerin soykırıma uğradığı anlamına gelmeli ne de soykırımı reddetmek ceberut devletçilik olarak degerlendirilmelidir.

    
 

0 Comments:

Yorum Gönder

<< Home