Yeni Söz

3.5.07

Muhtıra ve kaypaklık / Burak Cop

“Darbeye karşıyız ama…”. Hayır kardeşim, karşı falan değilsiniz. Darbeye böyle karşı olunmaz.

Ah necip Türk basını ah… Bendeki de ne saf beklentiymiş, ne fantezi… Paralı kanallarda seks filmlerinin çoktan dönmeye başladığı saatlerde internete düşen muhtıra sonrası komik hayaller kurmaktan kendini alamamıştı aklım. “Ne 12 Eylül’ün, ne de 28 Şubat’ın Türkiyesi’ndeyiz. Türkiye aynı ülke değil artık. Medya tepkisini gösterecektir buna. Hayır, tabii ki tüm medya değil. Tüm köşe yazarları değil. Ama gazetelerin manşetlerinde ‘Ooo şu işe bakın. Kriz de pek büyüdü hay Allah’ tarzı haberler yer alsa da, insana ‘bir şeyler değişmiş bu memlekette’ dedirtecek kadar anlamlı sayıda köşe yazarı kayıtsız şartsız tavır alacaktır muhtıraya” diye düşlemiştim. Evet, sahiden de düşmüş bu, ham hayalmiş.

“Darbeye karşıyız ama…”. Amma da karşısınız! Çıkartsanıza ağzınızdan baklayı. Ya da sizin yerinize ben çıkarayım isterseniz: “Darbeye karşıyız ama İslamcılara karşı yapılırsa destek veririz. Gerçi realist olmak gerekirse Türkiye’de rejimin İslamileşmesi gibi bir tehlike yok ama ordu da dişini göstersin neme lazım. Periferi merkeze aktı akacağı kadar, Cumhurbaşkanlığı da biz beyaz, hatta bembeyaz Türklerin içine sindireceği bir kişiye yar olsun... Mesela karısının başı açık olsun. Sardılar zaten dört bir yanımızı. Eskiden uçaklarda, alışveriş merkezlerinde, gittiğimiz ‘restaurant’larda başı kapalı insanlar mı vardı? Bizim gençliğimizde üniversitelerde türbanlılar mı vardı? Gerçi örtünen gene örtünürdü ama köyünde, kasabasında kalırdı. Bizim yaşam alanlarımızda boy göstermezdi. Şimdiyse halk plajlara hücum etti, vatandaş denize giremiyor”.

“Darbeye karşıyız ama…”. Bu yaklaşımla söylediğiniz çoğu şeyde haklısınız, size ben de hak veririm. Ama öyle bir noktada da öylesine haksızsınız ki, öncesindeki bütün argümanlarınız buruşup çöpe gidiyor. Nasıl mı?

Cumhurbaşkanı, Meclis Başkanı ve Başbakan’ın aynı çizgiden gelme insanlardan oluşması Türkiye fotoğrafını yansıtmazdı, daha ılımlı bilinse de Gül de nihayetinde Erdoğan’la aynı kökeni paylaşıyor, farklı bir aday daha uygun olurdu diyorsunuz. Haklısınız. Hem 367 şart değil deyip hem de bu sayıya ulaşmak için seviyesiz manevralar yapılmamalıydı diyorsunuz. Haklısınız. AKP 4 yılı aşkın süredir iktidarda, ‘merkez’e yaklaşma çabası içinde ama laik hassasiyetleri kabarık vatandaşlara yeterli güveni veremedi diyorsunuz. Haklısınız. Bülent Arınç aba altından sopa gösterdi, “dindar Cumhurbaşkanı” isteyerek saçmaladı, her şeyi mahvetti diyorsunuz. Kesinlikle haklısınız.

Peki zurnanız nerede zırt diyor biliyor musunuz? Onu da izah edeyim. Yukarıda bahsedilenler egemen siyasetin, egemenlerin siyasetinin pespaye halleri. Türkiye’ye “yakışan”, bu ülkeye “giden” manzaralar. Ama ne olursa olsun “oyun sahası”nın içinde cereyan eden kayıkçı kavgaları bunlar, kurallar dahilinde… Ancak muhtıra öyle değil. Muhtıra sözün bittiği, siyasete “oyun bitti” düdüğü çalınan nokta. Bu düdüğü halkın vergileriyle alınmış silahlarının sağladığı güce dayanarak çalan, ancak siyasetçilerin aksine, “tasarruflarından” ötürü sandıkta veya başka bir yerde halka hesap verme durumunda olmayan bir kurumdan söz ediyoruz. Siyaseti “siyaset dışı siyaset”ten ayıran da bu nüans işte; “mesuliyet” der eskiler, ecnebilerse “accountability”.

Ama siz bunu göz ardı ediyorsunuz. Dahası, belki henüz 28 Şubat’taki kadar yaltaklanmadınız ama, siyaset üzerindeki askeri vesayeti bir “veri” kabul ediyorsunuz. İçselleştirmişsiniz bunu. Ertuğrul Özkök’ün satırlarındaki gibi. “21’inci yüzyılda yine bir askeri balans ayarı ile karşı karşıya kalmamız, biz siviller için kötü bir sınav oldu” diyor Sayın Özkök. Sınav benzetmesi aslında her şeyi açıklıyor. Siviller öğrenci, askerler öğretmen; mantık bu. “Sınavda” kötü not aldıysak bu bizim suçumuz. Tıpkı “hakem yanlış kararlar verdi, tahrik olan seyirciler sahaya atladı” gibi. Ya da “sözlü tacize karşıyız ama gecenin bir vakti tekinsiz bölgelerde mini etekle de dolaşılmaz ki canım”…

Olmadı.


0 Comments:

Yorum Gönder

<< Home