Yeni Söz

29.3.07

Ulusalcılığı Anlamak - 2 / Özgür Mumcu

Günümüzde ulusalcılık nasıl bir şeydir? Bir önceki yazıdan hareketle ve çok iddialı olmadan bu soruya yanıt arama niyetindeyim. Şimdiden belirteyim, sitedeki diğer yazarların bu mevzuda önemli katkıları olacağını düşünüyorum. Aslında bu iki yazı daha geniş kapsamlı bir tartışmanın girizgâhı olma amacıyla kaleme alınmıştır.
Ulusalcıların, ekonominin militarizasyonu olarak değerlendirdikleri 12 Eylül ve Özal rejimlerine direniş gösterdikleri bilinmekte. Sorun bu direnişle başladı sanırım. Direnirken, rejime ciddi bir seçenek getirilemedi. Özal dönemi yolsuzluklarına, verimli KİT’lerin özelleştirilmesine ve sosyal hakların kısıtlanmasına ciddi bir muhalefet gösterildi. Bu muhalefet, ilk bakışta bu güne dek bozuk düzeni eleştiren bir siyasi gelenekten beklenen bir tavır olarak değerlendirilebilir. Kaldı ki, ulusalcı sol geleneğin altmışlı yıllardaki yayın organlarına bakıldığında da, özellikle yeraltı kaynaklarının millileştirilmesinin savunula geldiği görülmekte. Hatta günümüzün popüler konusu bor minerallerine ilişkin ilk makalelere de Devrim dergisinde rastlamak mümkün. Türkiye’de Özal dönemi başlarken, Fransa’da da Mitterand öncülüğünde millileştirme hareketinin gündemde olması da, ulusalcıların seksen başındaki tutumunun Avrupa ülkelerinde de görüldüğüne işaret etmekte. Fakat, ulusalcı solun KİT müdafaası sadece onları sattırmamak ve daha verimli işletmekten ibaretti. Oysa bir üretim aracının salt kamuya ait olması, düzenin solda olduğunu gösteren bir belirti olarak değerlendirilmemeli.
Devlet Kapitalizmi
Tansu Çiller’in iddiasının aksine KİTlerin sosyalizmle bir bağlantısı yoktu. 1929 buhranıyla tercih edilmek zorunda kalınmış, memleketi kalkındırmak için devlet eliyle yapılan bir çeşit kapitalizmin simgeleriydi bu kurumlar. Çalışanlar emekleri sonucu oluşan artı değerin akıbeti hakkında söz sahibi olmadıkları sürece, bir üretim aracının sahibinin kamu mu yoksa özel mi olduğunun sol açısından pek anlamı olmamalıdır. Kamu mülkiyeti her zaman halk mülkiyeti anlamına gelmez. Çünkü KİTlerin gerçek sahibi hiçbir zaman halk olmadı. Düzenin bozukluğu, emek sahibine, emeğinin sonucunun nereye aktarıldığının danışılmamasından kaynaklanır. Ha patron artı değerle keyfine göre har vurup harman savurmuş ya da yeni yatırım yapmış, ha devlet tanklarını modernize etmiş ya da hastane yapmış. Emeği üretene danışılmadığı sürece düzen bozuk kalacaktır. Bu danışma iki şekilde olabilir. Ya işçi sınıfı iktidarı ele geçirir ya da demokrasi aracılığıyla halk kamu kaynaklarının ne şekilde kullanılacağını belirler. İlk yol hem tarihi örneklerinin iflası hem de kol emeğinden çok hizmet sektörünün ve yüksek teknolojinin ön plana çıkmasıyla geçerli bir seçenek değil çoktandır. İkinci yola ise kısaca Batı tipi demokrasi denmekte. Bu yol seçilirse de, sosyalistlere düşen kendi tasarladıkları kamusal kaynak harcama şekillerine halkı ikna etmeye çabalamak ve bu amaç için halkı örgütlemektir (aslında sahalarda görmek istediğimiz hareket, halkın kendi kendini örgütlemesi ve partileşmesidir). Sosyalist bir proje demokratik yollarla iktidara gelirse, oya sunduğu proje uyarınca kamusal kaynakları kullanacaktır. Kamulaştırma ya da millileştirme bu projenin bir unsuruysa, isterse kamulaştırır, canı çekerse millileştirir, neticelerinden halk memnun kalırsa bir daha iktidara gelir. Atla deve değil, herhalde böyle bir şey olmalıdır demokratik sosyalizm. Neyse, konuyu dağıtmayalım.
Hedef Şaşması
Ulusalcı sol ise, özelleştirmelere karşı çıkarken, bunun yanı sıra başlarda bayraktarlığını yaptığı demokrasinin tam anlamıyla yerleştirilmesi hedefinden uzaklaşarak, bugünkü sapmanın ilk adımını attı. Böylelikle KİTleri müdafaası, patronlar arasında kamusal olanı tercih etmekten öte bir anlam taşımamış oldu.
Daha sonra kamusal gelirin kullanımına sol bir çözüm yolu getirmedi, getirdiyse de seslendiremedi. Emekçiyi karar sürecine nasıl katacağını projelendirmedi ve kamusal kaynakların sol bir anlayışla nasıl kullanılacağının üzerinde çok durmadı. Yani bozuk düzene karşı çıkmaktansa, madem düzen bozuktur bari devlete ait olsun, yabancı sermayeye kaptırmayalım anlayışı hâkim oldu. Bu tavır, ulusalcı solu devlet fikrine iyice yakınlaştırırken, düzen karşıtlığından da bir o kadar uzaklaştırdı. Özelleştirmeye karşı duruş, halkçı bir anlayışla tamamlanmayınca bürokratik bir inada dönüştü. Halk kitleleri de özelleştirmeye muhalefetin kendi adına yapıldığına ikna olmadı.
Aslında özellikle seksenli yıllarda, ulusalcı solun demokrasiyle bir sorunu yoktu ve Batı tipi demokrasinin de en inançlı savunucuları arasındaydılar. Hatta seksenlerin en anti demokrat siyasetçilerinden biri 12 Eylül yasaklarını kıskançlıkla savunan Özal olduğunu söylemekten kaçınmamak gerekir. Bugün Özal’ı özgürlükçü olarak değerlendirenlerin onun siyasi yasaklar referandumunda yasakların kalkmasına “evet” diyen oy pusulasının rengine atıfta bulunarak “Mavi Yunan rengidir” dediğini hatırlamaları yeterli sanırım. Merkez sağ, iktisaden liberal, siyaseten devletçiyken; merkez solu temsil eden ulusalcı sol ise iktisaden devletçi, siyaseten liberaldi. Yabancı sermaye ve büyük kapitalist devletler açısından, sağın iktisaden liberal olması yetmekte, siyasi ceberutluk kayda değer bir rahatsızlık yaratmamaktaydı.
Ancak, Soğuk Savaşın bitişi kâğıtları yeniden kardı. Merkez sağın ve sermayenin demokratik değerlere sahip çıkmaya başlaması ve devletçi iktisadi kalkınma modelinin iflasının doğru ya da yanlış ilanıyla ulusalcı sol dengelerini yitirmeye başladı. Bu denge yitimini de bir başka yazıda değerlendirmek uygun olacaktır.

0 Comments:

Yorum Gönder

<< Home