Bir Yönetimbilimi Sorunsalı Olarak Başbakanın Sağlığı/ S. Ulas Bayraktar


1982 anayasasının yürütmeyi güçlendirdiği herhangi bir düzeyde anayasa hukuku dersi almış ya da Türk siyasi tarihiyle milli eğitim müfredatı ötesinde ilgilenmiş herkesin kolaylıkla hatırlayacağı bir yönetimbilim gerçeğidir. Fakat ilginç olan bu önermenin kapsamında genelde sadece cumhurbaşkanlığının ele alınmasıdır. Cumhurbaşkanına 1982 anayasasının tanıdığı geniş yetkiler ve işlevler, Türk siyasi sisteminin premature bir yarı-başkanlık sistemine benzetilmesine sebep olmuştur. Dolayısıyla bu konudaki tartışmalar ya prematüre halin tamamlanmasını yani yarı-başkanlık ve hatta başkanlık sistemine geçişin sağlanmasını ya da klasik parlementer sisteme geri dönüş adına cumhurbaşkanına tanıdan hak ve yetkilerin sınırlanması arasındaki iki zıt kutup arasında gerçekleşir.
Oysa başbakanlığın da 1982’den beri büyük oranda güçlenmiş olduğu dikkatlerden genelde kaç(ırıl)maktadır. Bu dönüşümün arkaplanı üç boyutta ele alınabilir.
Öncelikli olarak, 1982 anayasal çerçevesinde başbakan tüm yürütme organının zirvesine oturmuş görülüyor. Oysa anayasaya giriş derslerinde biz başbakanı ‘eşitler arasında birinci olarak’ olarak öğrenegelmiştik. Bu anlamda yürütme organı tepesi kesik bir koniye benzetilebilirdi. Nitekim bakanlar bir kurul olarak idari hiyerarşinin çatısını oluşturuyorlardı. Oysa Başbakanlık Yasası’nın 4. maddesi başbakanı “bakanlar kurulunun başkanı, bakanlıkların ve Başbakanlık teşkilatının en üst amiri” olarak tanımlar. Amirlik bir hiyerarşi ilişkisine işaret ettiği için Türk yürütmesinin artık bir kesik koniye değil, piramide benzediği dolayısıyla başbakanın tüm Türk idari teşkilatının tepesindeki tek amire dönüştüğü yani sadece eşgüdüm ve işbirliğini sağlamakla yetinemeyeceği sonucuna rahatlıkla varabiliriz.
Başbakanın Türk idaresinde hegemonik bir yere gelmesinde bir başka etken, makamın 1982’den beri başlıbaşına bir hizmet bakanlığına dönüşmüş olmasıdır. Tamamen başbakanlığın kendi sorumluluğuna bırakılmış birçok hizmet alanı vardır. Sadece Tayyip Erdoğan’ın başbakanlığının örgüt yapısına bakmak bile bunu anlamaya yetebilir. Devlet bakanlıklarına delege edilmiş hizmet alan ve sorumlulukların haricinde 20’den fazla hizmet birimiyle Başbakanlık koskoca bir hizmet birine yani devasa bir teşkilata dönüşmüş durumda. Bu yapıda dikkat çeken özellik, bu teşkilatın sadece güvenlik, danışmanlık, basın müşavirliği gibi başbakanlık makamının bireysel faaliyetleriyle yakından ilişkili alanların ötesine de geçmiş olması. Örneğin Türk idaresinin en güvenilir kurumlarından biri olan Dışişleri Bakanlığı’nın varlığına rağmen “başbakanlık için dünyadaki gelişmeleri yakından takip eden, diğer taraftan ülkemizin ve özellikle kamu sektörünün birikim ve tecrübelerini dost ülkelerle paylaşan, işbirliği amaçlı ilişkiler kuran, sağlanan faydalar öncelikle Başbakanlık merkez teşkilatının ve diğer kamu kuruluşlarının kullanımına” sunma amacıyla neden bir Dış İlişkiler Başkanlığına gerek duyulmuş olabilir ki? Ya da bir kültür ve turizm bakanlığının varlığına rağmen Tanıtma Kurulu Başkanlığı neden doğrudan başbakanın kendisine bağlanma gereği hissetmiş acaba? Bunların haricinde Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü, İnsan Hakları Başkanlığı, Türkiye Acil Durum Yönetimi Genel Müdürlüğü gibi herbiri ayrı ihtisas ve faaliyet alanlarına tekabül eden bu kadar farklı kamu hizmetleri itibarıyla başbakanlık gerçektende bir süper hizmet bakanlığına dönüşmüş durumda. Başka bir deyişle, başbakan bakanlardan oluşan takımın otoriter menajeri olmanın ötesinde bizzat sahaya inen ve faaliyet yürüten bir oyuncu olmasıyla futboldaki menajer-oyuncu modeliyle benzeşiyor.
Bu idari yüklerin ötesinde başbakanın aynı zamanda iktidar partisi genel başkanı olması sıfatıyla belki de idari işlevlerinin ötesine geçen siyasi görevleri olduğunu da unutmamak durumundayız. Formel parti faaliyetlerinden, aday, yönetim, delege belirleme kadar ince detaylara kadar inebilen bu siyasi işler, aslında başbakana yasal konumunun verdiği güçten çok daha fazlasını verdiği için belki de en son vazgeçilebilecek işlevleri temsil ediyor. Bu hegemonik siyasi konum sayesinde meclisin ve bakanlar kurulunun oluşumunu dilediğince şekillendiribildiği için bütün yürütme ve yasama erkini doğrudan kontrol edebilen başbakan aslında dolaylı bir tek adam yönetimini şansına kavuşmuş oluyor.
Uzun lafın kısası, başbakan yürütmenin hem şefi hem de faal bir üyesi olmanın ötesinde siyasi partisinin genel başkanı olması itibarıyla sayısız işlev ve sorumluluklara sahip bir statü olarak ortaya çıkıyor. Tüm bu işlerin layıkıyla yürütülebilmesinin pratik olarak mümkün olmadığını ya da en azından normal bir insanın sağlığının bu çalışma temposuna kolay kolay dayanamayacağını, Tayyip Erdoğan’ın da buna bir istisna olamayacağını vurgulayarak satırlarıma son vereyim. Ne de olsa böylesi bir iktidar açlığının, açgözlülüğünün arkaplanı bambaşka yazıyı hak ediyor...
1 Comments:
Bu yorum yazar tarafından silindi.
Yorum Gönder
<< Home