Oedipus sendromundan mustarip bir ülkenin türban sorunu / Ulaş Bayraktar
Özgür yine o hayranlık uyandırıcı berraklıkta ve akıcılıktaki diliyle ne zamandır yazmayı düşündüğüm bir konuda, türban hakkında son derece leziz bir yazı kaleme almış. Hazır laf buraya gelmişken, ben de eteğimdeki taşları hızla ve dolayısıyla biraz özet olarak dökmeye çalışayım.
Öncelikle, farz edelim türbanın temsil ettiği tehdit hiç şüphe bırakmayacak kadar gerçek ve korkutucu olsun. Kendi adıma ben hiçbir şekilde böyle düşünmüyor olsam da, bu benim Kırmızı Başlıklı Kız sendromumdan kaynaklanıyor olabilir. Hani demokrasi, insan hakları, düşünce ve ibadet özgürlüğü kılığına girmiş bir şeriatçı kurdu, ben büyükannem sanıyor olabilirim. Öyle bile olsa nasıl olsa bir oduncu çıkar beni ve büyükannemi kurtarır ya, bu metaforu başka bir yazıya bırakıp asıl meseleye geri dönelim.
Neyse efendim, farz ediyoruz ki, Özgür’ün aktarmış olduğu AİHM gerekçesinin de teslim ettiği gibi gerçekten de “Türkiye’de toplumun tümüne kendi dini simgelerini ve dini kurallara dayalı toplum tahayyüllerini dayatmak isteyen aşırı siyasi hareketler akımlar bulunmakta” ve türban bu akımların başlıca araçlarından ve sembollerinden biri olsun. Peki bu söz konusu tehditle mücadele yolunda en uygun strateji ne olmalıdır ya da daha spesifik olmak gerekirse, üniversite öğrencilerinin üniversiteye türbanla girememesi bu mücadelede nasıl bir işlev görür?
Her şey bir yana, aynı tehdite haiz erkek öğrencilerin okullara rahat rahat girebilmesi zaten uygulanan savunma tekniğinin komikliğini gösterir. Hani sanki şeriatçı kızlarımızın üniversitelerden uzak tutulması, süreci en azından yavaşlatacakmış gibi. Yo eğer bir siyasi simge olarak üniversitelerin böylesi bir musibetten muaf tutulması hedefleniyorsa, o zaman üniversitelerdeki çift-kaşarlı tost hesabı türban üzeri peruk manzaraları neyi simgeliyor acaba? Hani son zamanlarda televizyonlarda bir jöleli kek reklamı var ya; sınıfın iri kıyım karakteri sınıfa girer ve herkes bir anda jöleli keklerini saklar. Sadece bir kızcağızımız saklayamaz ama tam keki kaptıracakken jöleli keki jölesi alta gelecek şekilde ters çevirir; bu haliyle keki sıradan –jölesiz- kek sanan iri kıyım arkadaş büyük bir hayalkırıklığıyla gerisin geri döner. Jöleli kek- türbanlı öğrenci; teşbihte hata olmaz... Türbanlar peruk altı, rejim güvende...
Ama sorunsalın daha can alıcı boyutu, bu malum dinibütün kızlarımızı üniversite dışında tutmanın olası faturasında yatıyor. Farz etmeye devam edelim ve bu kızların bir takım sosyo-politik veya sadece ailesel baskılarla türban takmaya zorlandıklarını kabul edelim. Türk toplumunun ataerkilliği ve dolayısıyla kadının toplumsal hayattaki durumu göz önünde tutulduğunda bu hiç de gerçekdışı bir olasılık değil. Gelgelelim, sorunun böyle kurgulanması yoluyla, savunulan çözüm stratejisi yani türbanın üniversite dışında tutulması tam da bu toplumsal yapının tekrar üretilmesine hizmet etmiyor mu? Başka bir deyişle, türbanlı yani bir takım baskıların öznesi olmuş bir kitlenin üniversite diploması sayesinde yaşayacakları toplumsal dönüşümünün, yükselmesinin önü kesilmiyor mu? Türkiye’deki üniversite eğitiminin böylesi bir sosyal yükselişe ne kadar hizmet ettiği tartışılabilirse de, en karamsar tahliller bile üniversiteye gidebilmiş ve sosyal ve ailesel baskılara terk edilmiş kadın arasındaki muhtemel farkı teslim edecektir. Uzun sözün kısası, üniversite eğitiminden mahrum bırakılmış bir kitlenin muhtemel bir sosyoekonomik ve bilişsel dönüşümünden de uzak tutulduklarını, dolayısıyla maruz kaldıkları iddia edilen baskılardan kurtulma şanslarının azaltıldığını düşünüyorum.
Sorunun bir başka boyutu da, üniversitelere sokulmayan öğrencilerin yaşadıkları siyasal evrim. Gerçekten de, samimi dinsel duygularla türbanını çıkarmayı rededen bir genç, tam da bu ayrımcılık yüzünden siyasallaşmıyor mu? Türban sadece türban değildir diyen Özgür’ün kalıbını kullanacak olursam; türbanın samimi dinsel inanışlardan başka bir takım eğilim ve akımlara işaret etmesine çanak tutmuyor mu bu üniversite yasağı? Kendilerini ister istemez siyasal bir mücadelenin içinde bulan bu kızların marjinalleşmesine, keskinleşmesine nasıl engel olunacak bunu anlamıyorum. Sonuçta, tam da bu yasak yüzünden türbanın siyasalaşma hızı artmıyor mu?
Daha fazla uzatmayacağım meramımı anlatabilmiş olmayı umuyorum. Çok karmaşık bir akıl yürütme değil zaten benim ki; diyorum ki türbanın temsil ettiğine inanılan tehdide yönelik savunma stratejilerinin, sorunun daha da kronikleşmesine hatta tehditin daha da güçlenmesine sebep olduğunu iddia ediyorum. Aslında bu paradoksal duruş sadece türbana yönelik değil, bakınız post-modern bir darbeyle alaşağı edilen bir siyasal oluşumun, bu süreç sonunda tek başına iktidara gelişinin ilk elden tanıkları değil miyiz?
Bu tehdite hizmet eder savunma stratejilerini düşündükçe, ‘Faces of the State” kitabında Oedipus sendromu metaforunu Türkiye’ye uyarlayan Navarro-Yashin’i hatırlamadan edemiyorum. Malumunuz, bir tarafta oğlu tarafından öldürüleceğinden korkan bir kral, bir tarafta babasını öldürmemek için ebebeyn sandığı aileyi terk
0 Comments:
Yorum Gönder
<< Home