Yeni Söz

19.6.06

Baykal ve Nümerik Demokrasi / Ümit Yazmacı




Türk siyasal kültürü « Dörtlü Takrir »den Nihat Erim’in « Otuzbeşler Grubu »na, Turhan Fevzioğlu’nun « Yetmişaltılar »ından yine Erim’in « Onbirler »ine, II. Menderes Kabinesi’nin « Altmişbirler »inden Milli Birlik Komitesi’nin radikal « Ondörtler »ine kadar değişik muhalif grupları veya siyasal olusumları, kendilerini oluşturan muhaliflerin sayılarıyla adlandırmasının yanısıra, önceleri 141-142 veya 1402, bugünlerde ise 301 gibi değişik kanun maddelerinin numaralarını bu maddeler temelinde kovuşturmaya uğrayan veya hüküm giyen “demokrasi mağdurlarını” belirtmek için adsıllaştırmak gibi nümerik (sayısal) bir siyasal geleneğe sahiptir. Matematikle arası pek de iyi olmayan bu coğrafyanın insanı, iş siyasete gelince rakamların arkasında yatan gerçeklikten bihaber görünmekle birlikte, bu rakamların işlevlerinden haberdardır: hükümet kaç oyla düşer, Meclis’teki sandalye dağılımı nasıldır gibi sorularının cevaplarını ince olasılık hesapları çervesinde değerlendirmesini bilir. Kamuoyu yoklamaları sonucunda ortaliğa saçılan rakamların seçim sonuçlarından daha önemli adledildiği; milli gelirin değişik toplumsal katmanlar arasında adaletli dağılımından çok, kişi başına düşen milli gelirin dört haneli rakamlardan beş haneli bir rakama yükselmesinin ziyadesiyle makbul sayıldığı; bireyin tüketiciye, vatandaşın müşteriye doğru evrildigi geç modern zamanların Türkiye’sinde, seçim barajını yüzde 10’dan aşağıya “indirsek mi?/indirmesek mi?’ tartişması demokrasi anlayışımızın “sosyal”, “müzakereci”, “radikal” ya da “katılımcı” sıfatlarından çok “nümerik” sıfatıyla nitelenebileceğini gösteriyor.

TÜSİAD’in Yüksek İstişare Toplantısı’nda dile getirdiği ve Cumhurbaşkanı’nın da desteğini kazanan yüzde 10’luk seçim barajının düşürülmesi önerisi, bir tarafta “siyasal istikrar”, diğer tarafta “temsilde adalet” gibi iki onemli konu etrafında tartışılırken, toplumsal aktörlerin bu tartişmada kendilerini siyasal iktidarla olan ilişkileri ya da kısa vadeli çıkarları temelinde konumlamaları, demokrasi tartışmasının güdük kalmasını beraberinde getirdiği gibi tartışmanın bağlamından koparılarak daha yapısal bir çerçeveye oturtulması olanağıni da ortadan kaldırıyor. Siyasal iktidara yakın kamuoyu yapıcılar Kasım 2002’den beri gerçekleştirilen reformların altını çizerek “siyasal istikrar”a işaret ederken, iktidara daha mesafeli aktörler “temsilde adalet” ilkesine vurgu yapıyorlar. Popüler milliyetçilikle beslenen muhalefet partilerinin “siyasetin etnikleştirilmesi” tehlikesine dikkat çekerek AB sürecinde meydana gelen siyasal değişim/dönüşümle beraber ortaya çıkan anlamlar çatışmasıyla kendini “yersiz-yurtsuz” hisseden ve geleneksel siyasal kodlarla öznelliğini kazanmış ya da en azından kendini bu kodlarla tanımlamiş kitleleri kendilerine yönlendirmeye çalışmaları ve seçim barajı tartışmasının rakamlara indirgenip son üç seneye, bugüne ya da gelecek seçime dair değişik simülasyonlar yapılarak “hangi parti ne kadar oy alırdı?” sorusuna odaklanmiş bir zihinsel faaliyet miyop bir demokrasi anlayişını betimler. Aslında, seçim sisteminin değistirilmesine yönelik tartışmalar ve bunun akabinde zihinlere yerleşen‘hangi parti ne kadar oy alırdı?” sorusunun arka planını, öteden beri siyasal alanın “Kürtçüler”, “Solcular” ya da “İslamcılar” gibi ‘ayrıksı otlarını” pasifize ve terbiye etmenin yollarını arama çabası oluşturuyor. Bu durum aslında tam da “şu okullar olmasa, Maarifi ne güzel idare ederdik” zihniyetinin siyasal alandaki izdüşümüne tekabül ediyor: “Şu ayrıksı otlar da olmasa ne de güzel demokrasimiz var”. Hiç kuşkusuz, siyaset felsefesi geleneğimizin siyaset mekanizmasını etkilemek konusunda kısır kalması, ya da etkilediği zamanlarda seçmen nezdinde ilgi uyandırmaması demokrasi üzerine yapılan tartişmaların dar bir akademik çerçevede kalmasına ve siyasete yön verememesine yol açıyor. Başka önemli bir neden olarak ise somuttan hareketle soyuta ulaşma ya da fikirden ziyade eyleme önem veren bir düşünce pratiğine sahip olmamizi gösterebiliriz. Kemalizmin aksiyoner altyapısının fikri üst yapısını öncelemesi ve daha öncelikli olması bu bağlamda zikredilebilir.

Doksanlı yılların ortalarından itibaren tartışılmaya başlayan ‘radikal demokrasi’ kavramı ya da yerel yönetimler reformu çerçevesinde gündeme gelen “katılımcı” ya da “müzakereci” demokrasi kavramları tam da yukarıda belirtiğimiz somuttan hareketle soyuta ulaşma düşünce alişkanlığı varsayımımızı çürütecek belli bir tartışmayı başlatabilmiş olmasına rağmen, bu kavramların siyasal pratikteki yansımalarının cılız kalması, bir kez daha aksiyonun fikrin önüne geçmesini sağladı. Burada altını çizmemiz gereken önemli nokta, AB sürecinde gerçekleştirilen reformlarının başka bir ifadeyle aksiyonların, doksanlı yıllarda tartışılmaya başlanan değişik demokrasi kavramsallaştırmalarına bir şemsiye oluşturması ve bir ölçüde buna hayat vermesi, bu farklı demokrasi anlayışları arasındakı kalın çizgilerin giderek silikleşmesini, demokrasi anlayışının Maastricht Kriterleri’nin asgari ölçütleri ekseninde algılandığı oranda yeknesaklaşmasını ve giderek yasa koyucunun aktif müdahalesini gerektiren biçimsel ve şizofren bir modele doğru yoğrulmasını hazırladı. Kuşkusuz, burada fikri donanımsızlıktan ziyade gerek siyasal iktidar gerekse entellektüellerin sürecin hızlı bir şekilde işletilmeye çalışılmasına önem ve öncelik vermesi Kadınlar Günü’nde kadınların coplanmasından “İmparatorluğun son döneminde Osmanlı Ermenileri” konferansına; Orhan Pamuk Olayı’ndan gazeteciler hakkında dava açılmasına kadar birçok konuda demokrasimizin bacaklarının birbirine dolanmasına neden oldu. Geçis dönemlerinde siyasal alanın genişleme/derinleşme yönünde adımlar atması karşısında korumacı bir refleksle daralma hamleleri de yaptığını düşünecek olursak bu şizofren ruh halinin geçiciliği yönündeki umudumuzu koruyabiliriz. Fakat seçim barajının makul seviyeye indirilmesi konusundaki tartışma bizi daha derindeki yapısal bir sorunu düşünmeye teşvik ettiği gibi, ne siyasal aktörlerin yeni rollerine alışabildigini ne de eski korkularımızdan sıyrılabildiğimizi gösteriyor.
CHP’nin seçim barajının düşürülmesini “siyasetin etnikleştirilmesi” olarak görmesi kollektif kimliklerin siyasal alanda ifade edilememesi gerektiği anlamına geliyor. Halbuki bir ülkenin demokrasi anlayişi tam da kollektif eylemin yapiliş tarzına ve farklı toplumsal kimliklerin sosyal, ekonomik ve siyasal alanlarda örgütlü olarak temsil mekanizmasına girebilme biçimine göre tanımlanıyor. Deniz Baykal tarzı demokrasi anlayışı ise kollektif kimliklerin temsil mekanizmasının dışında kaldığı ölçüde örgütlenebileceğini öngördüğü ölçüde kollektif kimlikleri yadsıyor. Bu durumda bir kimlik etrafinda örgütenmiş vatandaşlar topluluğu bir aidiyet çerçevesinde değil, grup bilincinden yoksun her biri kendi hesabına oy kullanan istatistiki bir değere indirgeniyor; yani demokrasi nümerik bir içerik kazanıyor. Vatandaşın basit istatistiki bir değere indirgenmesi, siyasetin yönünün aşağıdan kollektif talepler aracılığıyla değil yukarıdan siyasetçilerin kişisel tercihleri yönünde yapılmasına zemin hazırlıyor. Demokrasi nümerik bir içerik kazandığı oranda, siyasal örgütlenmenin daha prosedüral daha organizasyonel yönleri üzerinde duruyor; seçimler kaç senede bir yapılır?, Kanun yapmak ne kadar oy gerektirir?, Meclis’te grup kurma yeter sayısı nedir? ya da seçim barajı ne olmalıdır? gibi. Oysa ki kollektif kimliklere temsiliyet şansı tanıyan daha özgürlükçü olarak adlandırabileceğimiz bir demokrasi okumasında siyasal kararlar birbirinden ayrı bireyler tarafından değil, belli bir bütünlüğün üyesi bireylerin talepleri doğrultusunda müzakere edilerek alınır. Burada altını çizmemiz gereken nokta bireyin grubun ya da kollektif kimliğin baskısı altında boğulmadan sadece aidiyet ya da belli değerler üzerinden kendini sözkonusu kollektif kimlik ya da grup bilinci dahilinde yine birey olarak ifade edebileceğidir. Deniz Baykal’ın burada yanıldığı nokta belli bir kollektif kimliğinin taşıyıcılarının monolitik bir bütün olarak sandık başında siyasal tercihlerini aynı yönde yapacağı öngörüsüdür. Halbuki tam da Baykal’ın tavrı bu kollektif siyasal bilincin ekmeğine yağ sürerek bireyin grup içinde ya da kollektif kimlik içinde silikleşmesine yardım ediyor. Benzer bir görüşü Türkiye’nin AB adaylığına karşı çıkan Avrupa sağında da uzun zamandır gözlemlemekteyiz. Türkiye’deki milliyetçi geleneğin altını çizerek, Türkiye’nin AB’ye üye olması durumunda Avrupa Parlemantosu’ndaki Türkiye kökenli müstakbel avrovekillerin siyasal tercihlerindeki tüm farklılıklara rağmen monolitik bir bütün olarak Türkiye’nin âli çıkarları çercevesinde oy kullanacaklarını, yani Baykal’ın lisanıyla söyleyecek olursak, Avrupa siyasetinin “etnikleşeceğini” dillendiriyorlar. Bu noktada içinden çıkılması zor olan soru; Avrupalılar mı Baykallaşıyor yoksa Baykal mı Avrupalılaşıyor?

0 Comments:

Yorum Gönder

<< Home