Yeni Söz

12.11.06

Cumhurbaşkanlığı ve Meşruiyet Meselesi / Sinan Altunç


Bilindiği üzere son zamanlarda ülkemizde Cumhurbaşkanlığı seçimleri ile ilgili tartışmalar hız kazanmaya başladı. Tartışmaların ana eksenini Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) genel başkanı ve Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın bu makama çıkması oluşturuyor. Erdoğan, resmi olarak makama aday olduğunu açıklamamış olsa da, TBMM’deki sandalye dağılımı ve kimi beyanları, kamuoyunun gözünde aday konumuna getirdi bile.
TBMM’deki AKP milletvekillerinin sahip oldukları sandalye sayısı 355. Anayasa’nın 102. maddesine göre, TBMM’nin üye tamsayısının üçte ikisinin oyu gerekli. Ancak ilk iki turda bu oran tutturulamazsa, salt çoğunluk da yeterli oluyor. Dolayısıyla, ilk iki turda olmasa bile, üçüncü turda bu sayıya ulaşılma ihtimali bir hayli yüksek.
Öte yandan son günlerde yaptığı açıklamalarda da, Başbakan, Cumhurbaşkanlığında ısrarlı olmadığını, ancak bu makama TBMM içinden birisinin seçilmesi gerektiğini ifade etmiştir; belki de bu suretle, bir kez daha, resmi olmasa da gayrıresmi olarak aday olacağı sinyalini vermiştir.
Bu aşamada, birkaç söz söylemek niyetindeyim. Çizilen bu tablo ilk bakışta normal görülebilir. Öye ya, TBMM’de çoğunluk olan siyasi parti, vatandaşın onayını ve desteğini almış demektir. Dolayısıyla da, bu siyasi partinin başkanının da, daha önce de Turgut Özal ve Süleyman Demirel’de örneklerini gördüğümüz gibi Cumhurbaşkanı olmayı istemesi gayet doğal. Ancak birazdan ortaya koymaya çalışacağım veriler, meselenin göründüğü kadar da basit olmayabileceği olasılığını akla getirebilir.
Üzerinde durduğumuz örnek, özelde Erdoğan’ın Cumhurbaşkanı adaylığı olduğundan, meseleyi Özal sonrası dönemle sınırlamayı uygun buldum. Özal’ın genel başkanı olduğu ANAP 1987’de yüzde 36.31 ile birinci parti olup TBMM’de 292 milletvekilliği kazanmıştı. Ancak, partinin oy oranı 1989 yerel seçimlerinde yüzde 23’lere kadar düşmüştü (Bu noktada ben de Özgür Mumcu gibi Ulaş Bayraktar’ın görüşlerine atıf yapmak suretiyle, 1989 seçimlerinde SHP’nin oy oranının 32.76, DSP’ninkinin ise 6.46 olduğunu hatırlatmak isterim). İşte bu şartlar altında Özal’ın Cumhurbaşkanlığı gündeme gelmişti. Meşruiyet tartışmalarına konu olan bu süreç, Özal’ın 263 milletvekilinin oyuyla Kasım 1989’da Cumhurbaşkanı olması ile neticelendi.
1993’te Özal’ın ölümüyle boşalan makama bu sefer de Demirel talip oldu. O da selefi gibi iktidar partisi lideriydi. Ancak, farklı olarak partisi DYP 1991’de birinci parti olmasına karşın, oy oranı yüzde 27.03, çıkarttığı milletvekili sayısı ise 178 idi. Netice olarak, 1989’da Özal Cumhurbaşkanı seçilirken, meşruiyet tartışmalarını ortaya atan Demirel, Mayıs 1993’te 244 oy alarak Çankaya’ya çıktı.
Ahmet Necdet Sezer ise, TBMM’deki grubu bulunan beş partinin de uzlaşması sonucu Cumhurbaşkanı seçilmişti, 2000 yılında.
Esas meselemize gelince, yaptığım tartışmanın açıkça meşruiyet tartışması olduğu aşikardır. Özal’dan önceki Cumhurbaşkanlarını konu edinmememin gerekçesi de budur nitekim. Olağanüstü sayılabilecek dönemlere rast gelen, Özal öncesi Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde, meşruiyet tartışmasının yapılmasının gereksiz olduğu kanaatindeyim. Şimdi ise, Erdoğan’ın adaylığı ile karşı karşıya memleket. Yapılagelen söylem ılımlı. Ne diyor Başbakan; “ille de benim seçilmem gerekmiyor”. Ancak akabinde, seçilecek kişinin TBMM’den olması gerektiğini, TBMM’nin kendi içinden birini seçemeyecek kadar aciz olmadığını da belirtmekten geri kalmıyor. İşte bu noktada, yukarıda da verdiğim verileri göz önünde tutarak değerlendirmemi yapmak istiyorum.
Gerek Özal gerek ise Demirel’in Cumhurbaşkanı seçilmeden evvel, TBMM’deki en güçlü partinin liderleri olduğu bir vakıadır. 2002 genel seçimlerinde AKP’nin aldığı oy oranının yüksek olduğu da doğrudur (AKP’nin 2002 seçimlerindeki oy oranı yüzde 34.43’tür). Ancak, bu verilerin dışında, dikkat edilmesi gereken başka veriler de vardır. 1987 yılındaki genel seçimlerde, TBMM’de temsil edilmeyen oy oranı yüzde 19.81 iken, bu oran 1991’de sadece yüzde 0.59’dur. 2002 genel seçimlerine baktığımızda ise, oran yüzde 46.16’dır.
Erdoğan’ın ileri sürdüğü koşul gereğice, Cumhurbaşkanının bu meclis içinden çıkacak adaylar içinden seçilmesi demek, halkın yüzde 46.16’sının oyunu almamış olan bölümünün, Cumhurbaşkanlığı seçiminde de söz sahibi olamaması demektir. Bunun her ne kadar milli iradeye uygun olduğu ileri sürülebilirse de, Kapani’nin belirttiği gibi, “Genel seçimlerde beliren sonuç ‘milli irade’ değil, fakat ‘seçimlerde oy kullanmış seçmen çoğunluğunun siyasal tercihi’dir”.
Son olarak, bu yazı asla Cumhurbaşkanı halk tarafından seçilsin, yarı başkanlık sistemine geçilsin, vb. konularını gündeme getirmeye çalışan bir yazı olarak algılanmamalıdır. Öte yandan, SHP’nin başlattığı “Cumhurbaşkanı’nı Halk Seçsin” kampanyasının da gerekçesinin, bu yazıda da dile getirilen problemler olduğunu da belirtmek gerekir. Hal böyleyken CHP ne yapacaktır? Sorulan soru yine budur. Umarız beklediğimiz cevap çok geç olmadan gelir.

0 Comments:

Yorum Gönder

<< Home