Kıbrıs Komplosu / Özgür Mumcu
Büyük güçlerin memleket üzerinde oyunlar oynadığından sıklıkla bahsediliyor son yıllarda. Osmanlı’nın yıkılış dönemiyle paralellikler kurulup, Kurtuluş Savaşı ruhunun tekrar doğması gerektiği dillendiriliyor birçok ortamda. Bu, eskinin emperyalizm eleştirisine de benzemiyor pek. İdeolojik altyapısı pek zayıf. Sadece Türk ve kısmen Müslüman olduğumuz için bizi bölmek arzusundaki Batılı güçlere ver yansın ediliyor. Gelenekselleşmiş milli davalarımız da, bu güçlere direnmek için öne sürülüyor. Hiçbir devletin, başka bir devlet üzerine oyunlar oynamayacağı ön kabulüne dayalı bir masal diyarında yaşamadığımızın bilincindeyiz elbet. Fakat, her taşın altında büyük bir kumpasın izlerini aramanın da aşağılık kompleksi ya da dertlerin kaynağını bir büyük şeytana bağlama kolaycılığı olma ihtimali de göz ardı edilmemeli.
Bu sebepten ötürü, bu yazıda tersine bir komplo teorisinden bahsetmeyi deneyeceğim. Belki, böylece vakaları araştırmaktan, hatalarla yüzleşmekten kaçınmanın bir yolu haline gelen komplo teorilerine gözü kapalı prim verilmemesi gereğinin altı çizilebilir.
Avrupa Birliği’nin, Türkiye’yi ödün vermeye zorlayarak Kıbrıs’ı elimizden alacağına dair yakınmalara her yerde rastlamak mümkün. Kaldı ki, gerçeklik payı da olan bir iddia. Netice itibariyle, Türkiye Kıbrıs konusunda, AB üyelik süreciyle de iyice köşeye sıkışmış durumda. Peki, bu sıkışma kimin eseridir? Adada Türklere karşı katliama girişip, Türkiye’yi askeri müdahaleye zorlayan Kıbrıslı Rumların mı? Türkiye’nin Kıbrıs tezlerine kulak asmayan büyük güçlerin mi? AB yolu için, her türlü ödünü vermekte beis görmeyen AKP hükümetinin mi?
Kendi Düşen Ağlamaz
Yukarıdaki ihtimallerin hiç birinin, Kıbrıs konusunun çetrefilleşmesindeki rolü inkâr edilemez. Ancak, kanımca asıl sorun, yukarıdaki sebepleri tali kılan başka bir yerden kaynaklanmakta. Artık fark etmeliyiz ki, Türkiye Kıbrıs konusunda, sorunun başından beri takip ettiği tutarsız siyasetle, kendi kendini köşeye sıkıştırmıştır. Bu noktada, Türkiye’nin sıkışmışlığından faydalanan yabancı güçlere kızmanın ne işe yarayacağı meçhul. Bu sıkışmışlığa sebep olan kendi sivil ve askeri iktidarlarımızla yüzleşmek ise, en azından gelecekte benzer durumlarda benzer acemiliklerin yaşanmasını engelleyebilir.
1974 Barış Harekatı, hukuka uygunluğu tartışılsa da, 1999’daki NATO’nun Kosova operasyonu gibi, insani sebeplerle meşruluğu uluslararası kamuoyunca kabul edilmiş bir harekattı. Kaldı ki ta 1954’te BM Genel Kurulu altıncı komitesinin bir toplantısında, Yunan temsilcisi, bir devlette bir etnik azınlığın katledilmesi durumunda, o etnik azınlıkla bağları olan bir devletin yapacağı müdahalenin hukuka aykırı olmaması gerektiğini savunmuştur. Şüphesiz, Türkiye’deki Rum azınlık nedeniyle müdahale kapısını açık tutmak isteyen Yunan delegasyonu, yirmi sene sonra aynı gerekçenin Kıbrıslı Rumlar aleyhine Türkiye tarafından kullanılacağını aklından geçirmemiştir. Sonuçta, demokrat bir Türk hükümeti, Kıbrıslı Türkleri bir katliamdan korumak için faşist Yunan cuntası tarafından desteklenen bir darbe hükümetine karşı, askeri operasyon yapmıştır. Bu operasyonun doğrudan sonucu olarak Kıbrıslı Rum darbeciler ve dolaylı sonucu olarak Yunanistan’daki albaylar cuntası devrilmiş, Kıbrıslı Rumlar ve Yunanistan demokrat idarecilere kavuşmuştur. Dönemin basın arşivleri bize operasyonun genel olarak olumlu karşılandığını gösteriyor.
Bu noktaya kadar her şey yolunda giderken, bir anda bir hatalar zincirine şahit olmaktayız. İlki ateşkes görüşmeleri devam ederken, askeri güvenlik ve Kıbrıslı Rumların bazı fiilleri öne sürülerek, ikinci harekâtın yapılması ve yüzde on sekiz Türk nüfusu için adanın yüzde 38’inin ele geçirilmesi. Bu harekât, Türkiye’nin Kıbrıslı Türkleri kullanarak, aslında stratejik bir silah olarak Kuzey Kıbrıs’ı ele geçirmek istediği kaygısını yarattı.
İkinci hata, garantörlük antlaşmasında, garantörlük hakkının “bozulan anayasal nizamı yeniden tesis etmek” şartına bağlandığının göz ardı edilmesi ve garantör devletlerin Kıbrıs Cumhuriyeti’nin toprak bütünlüğüne saygı gösterme yükümlülüğünden hiç bahsedilmemesi. Dolayısıyla, Kıbrıs konusunda uluslararası hukuktan kaynaklanan haklarımız efsanesinin yaratılması ve kamuoyumuzun buna inandırılması. Oysa, Türkiye, Londra ve Zürih andlaşmalarına riayet edilmediği için ve bu andlaşmalara riayet edilmesi amacıyla askeri harekât düzenledi. Harekâttan sonra bu andlaşmalar uyarınca kurulan Kıbrıs Cumhuriyeti’nin anayasal düzenini, yeniden Kıbrıslı Türklerin temsil haklarına uyulacak şekilde kurmak için çalışması gerekirdi. Bu çalışma ne kadar yapıldı meçhul. Kamuoyu neden Türkiye’nin kayıtsız şartsız bir müdahale hakkına sahip olduğuna inandırılmaya çalışıldı, belirsiz.
Üçüncü ve dördüncü hata ise şahsi komplo teorimin kaynakları. Bunlar KKTC’nin kurulması ve Rogers planının kabulü. KKTC ilan edilirken, Türkiye dışında kimsenin bu devleti tanımayacağı çok açıktı. Kaldı ki, Kıbrıs Cumhuriyeti’nin garantörü olarak, garantörlük hakkını kullanarak askeri müdahalede bulunan Türkiye, KKTC’yi kurdurarak, Kıbrıs Cumhuriyeti’ni tanımama yoluna gitti. Tabiatıyla, bin bir zorlukla elde edilen Londra-Zürih andlaşmaları ve buna bağlı garantörlük andlaşmasının hukuki statüsü belirsizliğe sokulmuş oldu. Bunun yarattığı hukuki karmaşa bir tarafa, Türkiye’nin çözüm değil, Kıbrıs’ın kuzeyinin denetimini talep ettiğini iddia edenler de müthiş bir koz kazanmış oldu. Hadi işin hukuki tarafından geçtik, siyaseten Kıbrıs konusunda Yunanistan’ı sıkıştırmak için elimizdeki tek silah olan Yunanistan’ın NATO’nun askeri kanada dönüşüne karşı kullandığımız veto hakkından da karşılığında hiçbir şey almadan feragat ettik Rogers planıyla. KKTC’nın ilanının, Özal hükümeti iktidara gelmeden kısa süre önce aceleyle 12 Eylül iktidarı tarafından halledildiğini ve bu konudaki tek kozun da yine Kenan Evren tarafından bir hediye gibi Rogers planı dahilinde, Yunan tarafına sunulduğunu göz önünde bulundurunca, insanın aklına ne komplo teorileri geliyor. Ama biz bunların nedeninin komplo teorileri değil, bir dönemki yöneticilerimizin gafleti olduğu kanaatindeyiz.
Elbette Kıbrıslı Rum, Yunan, AB, ABD taraflarının da bu konuda hatası ve kötü niyeti vardır. Ancak onlara rahatça davranabilecekleri gerekçe ve koşulların bir kısmını da Türkiye’nin verdiği unutulmamalı. 1974 yılında güney Avrupa ülkeleri ve özellikle Yunanistan faşist diktatörlüklerle yönetilirken, kör topal da olsa bir demokrasiye sahip olmanın ve insanları bir katliamdan kurtarmanın uluslararası itibarına sahiptik. Seksenlerin başında ise işgalci ve komşularının topraklarında gözü olduğu varsayılan, güney Avrupa ülkeleri ve özellikle Yunanistan demokrasiye geçmişken, askeri cuntanın kanunlarıyla yönetilen bir ülke olarak anılmaya başladık. Bu radikal değişikliği, komplo teorisiyle ya da başka bir izah tarzıyla açıklamak ise tamamen düşünme şeklinize bağlı.
0 Comments:
Yorum Gönder
<< Home