Soldan Avrupa Birliği / Burak Cop
Türkiye ile üyelik müzakerelerinin takvime bağlandığı 2004 AB zirvesinden beri, Türkiye’nin Birliğe üyelik süreci pek olumlu seyretmiyor. Bunun Türkiye’ye bağlı olan ve bağlı olmayan çeşitli sebepleri var. Yurt ölçeğinde bakıldığında milliyetçiliğin ve buna bağlı Batı düşmanlığının yükselişi, siyasal ortamın anti-demokratikleşmesi/militaristleşmesi, adı konulmamış bir AB karşıtlığına sürüklenen CHP’nin tutumu ve AB üyeliğine “faydacı” yaklaşan iktidarın, kısa vadede herhangi bir hayrını göremeyeceğini anladığı reformları boşlaması göze çarpıyor. Türkiye’nin kontrolünde olmayan faktörlere baktığımızda ise Almanya ve Fransa’daki sağcı iktidarları, Avrupa’da artan İslam alerjisini, son 3 yılda 12 yeni üye alan AB’nin yaşadığı hazım sorunlarını ve anayasa taslağı iki referandumda reddedilmiş Birliğin yaşadığı kurumsal belirsizliği görüyoruz.
Özetle Türkiye’nin AB üyeliği meselesi her iki taraftaki egemen siyasetler tarafından şu aralar vicdansız zenginin evindeki besleme muamelesi görüyor. Sahipsiz bir proje ya da öksüz bir tahayyül de diyebiliriz… Peki Türkiye ve Avrupa Solu bu durumda kendini nasıl konumlandırmalı?
Türkiye’nin AB üyeliğine (elbette belli şartların karşılanması talebiyle) kategorik destek veren gene Avrupa’nın sol partileri… Solun Türkiye ayağına baktığımızda ise, sosyal demokrat etiketli milliyetçi-statükocu partilerin AB meselesinde herhangi özgün bir projesi ya da inisiyatifi bulunmadığı görülüyor. İşte tam da bu noktada sosyalist kesimlere değişik bir “sorumluluk” düşüyor. Bunu biraz açalım…
1990’lar demokratikleşme, hukukun üstünlüğü, insan hakları ve ulus-devlet ötesi kimlik politikaları gibi; H.Bülent Kahraman’ın deyişiyle “özünde sol” olan kimi değerleri ön plana çıkardı. Türkiye de, yeterince olmasa dahi, bu değerlerden nasiplenmekte. Ve 90’lardan günümüze bu dönüşümün Türkiye özelindeki çerçevesini AB üyelik süreci oluşturuyor. Bahsi geçen değerler günümüzde Türkiye’de en samimi biçimde “gerçek sol” tabir edebileceğimiz kesimlerce savunulmakta. Dahası, bu kavramlara herkesten çok Sol’un ve toplumdaki ezilenlerin ihtiyacı bulunuyor. Fazla geriye gitmeye gerek yok, 29 Nisan’daki “Cumhuriyet mitingi” bir bahar şenliği havasında cereyan ederken iki gün sonraki 1 Mayıs’ta binlerce insanın gaz ve copla haşır neşir edilmesi, bir inadın mahsulü Taksim yasağı yüzünden milyonlarca İstanbullunun yollarda çile çekmesi Türkiye’de hâlâ ciddi bir “özgürlük sorunu” olduğunu göstermiyor mu?
Tam da bu noktada Sol açısından belki şu itiraz öne sürülebilir: “Demokratikleşmeye eyvallah, ama bunun için AB çerçevesine ihtiyaç var mı? Hele ki AB’nin dünya kapitalizminin ABD ve Japonya’yla birlikte üçlü sacayağından biri olduğu düşünüldüğünde…”.
Bu sorunun da bir yanıtı var… Elbette AB İkinci Dünya Savaşı sonrasında Avrupa’da bir ekonomik bütünleşme hareketi olarak başlayıp bugünkü yapısına evrilmiş bir süreç ve bu sürecin kapitalist küreselleşmeden ayrı düşünülmesi mümkün değil. Bu sebeplerden ötürü Sol’un AB’yi savunması TÜSİAD’ın AB’yi savunmasından çok farklı olacaktır, olmalıdır. Tekrar H.Bülent Kahraman’a atıfta bulunacağım: “Sol, herşeyden önce dünyanın maddi bütünlüğü içinde kavranması ve Marx'ın büyük önermesiyle söylemek gerekirse, onun, yani dünyanın değiştirilmesini istemektir. Bu da, sanılanın tersine verili, yaşanan maddi dünyanın Sol’a uydurulması değil (o, otoriter ve bürokratik bir rejimdir sadece) Sol’un yaşanan maddi dünyaya uydurulmasıdır”. Avrupa Birliği’ne bu pencereden bakacak bir Sol’un varacağı nokta da günümüzde AB’nin bir “vakıa” olarak kabulü olacaktır. Sol açısından yarattığı fırsatlar (demokratikleşme) ve tehditlerle (neo-liberal politikaların yaygınlaşması), AB, bir bütün olarak realitedir.
Bu vakıa, yukarıda değinilen fırsatlar ve tehditlerin yanı sıra, kapitalizme karşı farklı mücadele zeminlerini de bünyesinde barındırıyor. Marx’ın Manifesto’daki “işçilerin vatanı yoktur” ifadesini hatırlatırcasına, Avrupa’nın sol hareketleri de “Emeğin Avrupası”nı, “Sosyal Avrupa”yı kurmak için bir araya geliyor ve “Başka bir Avrupa mümkün” diyor. Bunun en canlı örneği çok sayıda Avrupalı sosyalist, komünist ve yeşil parti tarafından 8 Mayıs 2004’te Roma’da kurulan Avrupa Sol Partisi… 13 adet sol partinin 1999’daki Avrupa Parlamentosu seçimleri öncesinde “sosyal, ekolojik, demokratik, barışçı ve dayanışmacı bir Avrupa” talebiyle bir araya gelmesinin ardından gitgide genişleyen bu yapı, günümüzde 30’a yakın üye ve gözlemci partiyi barındırıyor. Avrupa Sol Partisi savaşa ve militarizasyona karşı duruyor, sosyal devleti ve farklı kültürlerin kendini geliştirmesini savunuyor, demokrasinin kitleselleşmesini, yani doğrudan demokrasiyi talep ediyor, kapitalist küreselleşmeye direneceğini ilan ediyor. Yani çağdaş sosyalizmin çerçevesini çiziyor. Türkiye tarihinden örneklemek gerekirse Mehmet Ali Aybar’ın “güleryüzlü sosyalizm”inin çağdaş bir yorumunu yansıtıyor. Darısı Türkiye Solu’nun başına…
0 Comments:
Yorum Gönder
<< Home