« Sonradan görme » reform anlayışı- Ulaş Bayraktar
Ahmet Necdet Sezer’in, cumhurbaşkanın seçimine dair düzenlemeyi Meclis’e iade etme gerekçesini okurken Türkiye’nin siyasal olarak her zaman ikinci el sistemleri giymeye mahkum olduğunu bir kez daha düşündüm. Nitekim, cumhurbaşkanı kararının gerekçesinde
« Anayasa'nın parlamenter sistem öngören hiçbir kuralına dokunmadan yalnızca Cumhurbaşkanı'nın halk tarafından seçilmesinin öngörülmesi, örneği ve uygulaması duyulmayan yeni bir sistem getirilmesi anlamına gelmektedir. Çünkü, bu sistem, bir yandan parlamenter modelden uzaklaşırken, öte yandan da başkanlık ya da yarı başkanlık modelinin temel özelliklerini taşımamaktadır.
Böylesine, kuramsal olarak ve uygulaması bilinmeyen bir sistemin ne gibi sorunlar yaratabileceğini kestirmek güçtür. Ancak, yaratabileceği sorunların rejimi sıkıntıya sokacağı açıktır » şeklinde bir yoruma imza atmış.
Bu ifadenin ilk kısmına kesinlikle katıldığımı özellikle vurgulamalıyım. Gerçekten de, cumhurbaşkanlığının yetki ve sorumluluklarına (hatta sorumsuzluklarına) dokunmadan sadece seçim sisteminin değişikliğe tabi tutulması aklın ve siyasetin zorlanmasıdır. Bunu savunmanın, hele hele düzenlemenin yangından mal kaçırılır gibi hayata geçirilişi göz önünde tutulduğunda, hiçbir tutar yanı yoktur.
Öte yandan, gerekçenin bu bölümündeki ikinci paragrafını, yani başka bir yerlerde denenmemiş ve uygulanmayan düzenlemelerin Türkiye için düşünülemeyeceğine dair kategorik bir karşı çıkışı kabül etmem mümkün değil. Çünkü bu ifadenin anlamı, Türkiye için yasal ve anayasal tüm düzenlemelerin mutlaka ama mutlaka başka ülkelerden esinlenmesi gerektiğidir.
Gerçekten de bu açıdan düşündüğümüzde, Türkiye’nin siyaseten oldukça sonradan görme olduğunu kabul etmeliyiz. Aynı sonradan maddi refaha kavuşmuş yeni zenginlerin, sosyetenin tüketim modellerini taklit etmeye çalışmaları, en lüks arabalara binmeye, en gözde mekanlarda yemeye-içmeye ve en pahalı markalardan giyinmeye başlamaları gibi Türk siyasi seçkinleri de ne zaman bir karar verme durumunda kalsalar, gelişmiş adledilen ülkelerin siyasi sistemlerini taklit etmeye yeltenir. Nitekim, Tanzimat’tan beri Türk kamu yönetiminin gelişimi Batı’daki mekanizma, uygulama ve kurumların ülkeye ithal edilmesi şeklinde olmuştur. Ülke sanayisinin temelde montaja dayanması gibi, ülke siyaseti ve idaresi de batılı siyasal sistemlerden parça parça ithal edilip, eklektik bir şekilde kurgulanan bir yapı çerçevesinde geliştirilir. Bir kısır döngü içerisinde kan uyuşmazlığı sonucu ortaya çıkan yeni krizler yeni kurumların ithali ve montajlanması şekliyle çözülmeye çalışılarak müstakbel krizlere zemin hazırlanır. Başka bir deyişle, Türkiye Cumhuriyet’i kamu yönetimi daimi bir organ nakli süreciyle hayatını devam ettirmeye çalışmaktadır.
Bunu iki açıdan kabül etmem mümkün değil. İlk olarak, ne kadar montaja dayalı bir siyaset-hukuk sistemimiz olsa da, bizler dışardan aldığımız kurum ve uygulamaları orasından, burasından çekiştirip, kendimize uydurma konusunda epey tecrübeliyizdir. Düşünecek olursak, birçok ülkede Milli Güvenlik Kurumu benzeri kurumlar var, ama bu kurumların hangisi Türkiye’deki işleve ve öneme sahip? Keza Yüksek Öğretim Kurumu veya 301. madde içinde aynı yorumu yapabiliriz. Hatta teorik olarak bizim de Sosyalist Enternasyonel’e üye sosyalist bir partimiz yok mu? Dolayısıyla, cumhurbaşkanının kuram ve uygulamaya yönelik vurgusu uzun uzun tartışılabilir; kuramsal olarak benzeştiğimiz birçok siyasal sistemle uygulamada epey ayrı düştüğümüzü kabul etmeliyiz. Bu durumda da, ismen ya da yapısal olarak benzeştiğimiz yabancı tecrübeleri ana referans olarak almamızın çok da sağlıklı bir reform mantığı yaratamayacağını düşünüyorum.
İtirazımın ikinci nedeni, cumhurbaşkanının yaklaşımının çekincesiz benimsenmesinin bu ülke siyaset bilimcileri ve hukukçularının avcı-toplayıcı tercümanlara indirgemek anlamına geleceğidir. Nitekim, eğer siyasi sistemimizin ve hukuk düzenimizin geliştirilmesi sadece dış referanslar yoluyla olacak ise, sosyal bilimci olarak bizim yapmamız gereken sadece yabancı sistem ve uygulamalara yoğunlaşmak ve karşılaştığımız ‘iyi’ uygulamaların ülke sistemine entegre edilmesini savunmakla sınırlı kalacaktır. Bu da kendimize güvenimizin olmadığını, kendi başımıza, tabii ki yabancı tecrübeleri göz önünde bulundurarak, özgün uygulamaları geliştiremeyeceğimizin acı bir ilanı olacaktır. Oysa ben hala, ülkenin sosyo-politik ve kültürel özellikleri ışığında kendimize has siyasi ve hukuki modelleri geliştirebileceğimize inanmak istiyorum. Tabii ki ve illa ki var olan yabancı tecrübelerden yararlanmayı hiçbir zaman ihmal etmeden, ama aynı şekilde kendi özgüllüklerimizi de hesaba katarak, yeni mekanizmalara imza atacak cesareti ve sabrını kendimizde bulabilmeliyiz.
Uzun lafın kısası, siyasi ve idari reform anlayışının, transfer döneminde yabancı ünlü oyunculara para saçan bir futbol takımı yönetimine benzememesi gerektiğini; geniş anlamda kamu yönetimi reformları üzerine kafa yorarken, yabancı referanslar kadar ulusal arkaplan ve özelliklerin de mutlaka ama mutlaka hesaba katılması gerektiğini savunuyorum. Ancak bu “iç-dış” dengesinin yakalanmasıyla anlamlı reformları hayata geçirebilir ve kamu yönetiminin işleyişini yıllardır çektiği kronik sıkıntılardan kurtarabiliriz.
1 Comments:
Yazina A'dan Z'ye katiliyorum. Ozellikle avci-toplayici tercumanlar bolumune bayildim.
Yorum Gönder
<< Home