Yeni Söz

15.12.06

Yüzde 10 Barajı ya da Delinin Zoru / Burak Cop


Her yeni dönem eskiyi hatırlar. Devrim, reform ya da “ortalığa çekidüzen verme” amaçlı atılımlarda eskiyi başlıca atıf noktası olarak belirler, kendince dersler çıkarır. Demokratik ülkeler yüzyılı aşan seçim sistemi geleneklerine ya mutlak sadakat gösterir ya da siyasi sistem gerçekten tıkandığında toplumun demokratik katılımıyla reformlara giderken, Türkiye’nin, görece kısa çok partili siyasi hayatında orantılı/adil temsil sağlayan sistemlerden en gaddar uygulamalara kadar savrulmasının ardında da bu olgu yatıyor. Bu savrulmalar her seferinde birilerinin (bu birileri genellikle askerler ve onların sivilleri, bazen de sivil dönemlerin çapı sınırlı, kurnaz politikacıları oluyor) topluma/siyasete biçim verme arzularından kaynaklanıyor.
Şimdi belki “neresi doğru ki?” sorusu akla gelecek, ama seçim sistemsizliği Türk demokrasisinde gerçek bir “eğrilik”, dahası yara.
Dünyada seçim sistemleri ‘çoğunlukçu’ ve ‘nisbî (orantısal) temsilci’ olmak üzere kabaca ikiye ayrılıyor. Bunlara dair karşılaştırmalı etüdlerin siyaset biliminin gözde alanlarından biri olması nedeniyle söylenebilecek çok şey olduğu için, biraz eski moda ve banal bazı genellemelere başvurmaktan başka çare yok: Anglosakson ülkelerinde uygulanan çoğunlukçu sistemlerin tek parti iktidarlarına kapı açmasından dolayı “istikrâr” yarattığı varsayılıyor, ancak bunlar pek çok oyu temsil dışı bırakarak büyük partilerin aşırı, küçük partilerinse eksik temsiline sebep oluyor. Kıta Avrupası’nın tarihsel tercihi olan nisbî temsil ise partilerin mecliste daha adil temsilini sağlıyor, ama genelde koalisyonlara yol açmaları bu sistemlerin üzerinde kimi zaman “istikrârsızlık” bulutlarını dolaştırıyor.
Manipülasyon mantığı
Türk siyasetinin çapsız manipülasyonlarla örülü mantığıysa bu sistemleri istismar, hatta iğfal etmeye daha 1946’da başladı. CHP henüz zayıf durumdaki rakibi DP’yi alt etmek için çoğunlukçu sistemi yasalaştırdı, ancak bir farkla: Bu sistem, yapısı gereği tek milletvekilinin seçildiği seçim çevrelerine (buna bizde “dar bölge” deniyor) dayanırken, o dönemde her il bir seçim bölgesi sayıldı. Bu da o ilde, mesela tek oy farkla birinci gelen partinin, artık şehrin boyutuna göre, beşer onar tüm milletvekilliklerini süpürebilmesi anlamına geliyordu. Ancak bu manipülasyonun çapı sadece dört yıllıktı, zira dört yıl sonraki genel seçimde DP bu sistem sayesinde CHP’yi TBMM’den adeta sildi. CHP 1954’te ise oyların yüzde 30’undan fazlasını alıp, meclisteki sandalyelerin yüzde 10’undan azıyla yetindi.
27 Mayısçılar bu saçmalıklar bir daha yaşanmasın diye nisbî temsilin dünyadaki en yaygın versiyonu olan D’Hondt sisteminde karar kıldı. Türkiye, 1965 seçimleri hariç, 1961’den 2002’ye kadar hep D’Hondt’u kullandı. Aslında D’Hondt da nisbî temsil ailesinin son tahlilde gene büyük partileri kayıran bir üyesiydi ama orantısallığı da gözetiyordu, yeter ki üstüne bir de baraj konmasın... Bu sistem sayesinde Yön Hareketi, MDD’ciler ve parka giyip devrimciliğe soyunan ateşli gençlerce dışarıdan tekmelenen, Çekoslovakya işgali yüzünden de içerden kaynayan Türkiye İşçi Partisi, o yorgun hâliyle bile 1969’da meclise 2 temsilci sokabildi.
Siyaset bilimine armağan “Türk mucizesi”
12 Eylül ise sistemi yeniden değiştirdi. Evet, görünürde D’Hondt bakîydi, ama siyaset biliminde seçim sistemleri konusunun büyük uzmanı Arend Lijphart’ın “mevcut seçim barajı, çevresi veya milletvekili sayısında yüzde 20’yi aşan her değişiklik, uygulanan sistemin değiştiği anlamına gelir” tezine göre artık yeni bir düzen söz konusuydu. Lijphart’ın tezine Türkiye kadar “cuk oturan” ikinci bir ülke de yoktu herhalde... 1980 öncesindeki karmaşaya kendince bir çözüm bulmak isteyen cunta, siyasetin CHP ve AP’nin ardılı iki parti ekseninde yürütülmesi, MHP ve MSP gibi sivri unsurların etkisizleştirilmesi amacıyla yüzde 10’luk bir ülke barajı getirdi... Dünyada benzeri olmayan yükseklikte bir seçim barajı, ya da siyaset bilimine armağan olarak bir Türk mucizesi... Ancak 12 Eylül’ün bu manipülasyonunun da çapı bir 10 yıla dahi erişemedi. Yüzde 10’luk baraja rağmen 90’lı yıllara parçalanmış merkez sağ ve solun iç didişmeleri, koalisyonlar, bozulan ekonomi, siyasal İslam’ın yükselişi ve siyasete askerî bir balans ayarı; kısacası tek kelimeyle istikrârsızlık hakim oldu.
Tabii 90’larla beraber seçim barajı da işlev değiştirdi. Bu sefer de kurnaz ve çapı sınırlı politikacılar devredeydi... Yüzde 10 barajı artık Kürt siyasal hareketini TBMM dışında tutmak için vardı. Türkiye’nin egemenleri Doğu’da şiddetin durdurulması ve Kürt sorununun çözümünde hemen hiçbir pozitif adım atmadıkları gibi, bir de Türkiye Kürtlerinin -mutlak olmasa da- başlıca temsilcisi konumundaki bir hareketi meclis dışında tutmak için barajı sakınır oldular. Bu, mevcut bir sorunu halkın temsilcisi sıfatını taşıyan muhatabıyla iletişime girerek çözmeye çalışmak yerine, halı altına süpürüp yok saymaktan başka bir şey değildi elbet... Ve böylece TBMM dışında tutulan, dahası içerideki bir avuç temsilcisi de yaka paça hapse atılan Kürt siyasal hareketine Türkiyelileşme şansı tanınmamış oldu.
Kürt partisine baraj kalkmıyor
Ne kadar acı ki, irrasyonelliğini herkesin öyle veya böyle kabul ettiği yüzde 10 barajı bugün de aynı işlevi sürdürüyor. Türkiye’nin “siyaset yönlendiricisi” egemenleri, tabuları TBMM kürsüsünden dile getirilmesin, hele ki bu tabuları dile getirenler kalkıp bir de mecliste grup kuracak sandalye sayısını elde etmesin diye bu emsalsiz saçmalıktaki barajın kalkmasına karşı çıkıyor. İktidar ise AB reformları, türban, Çankaya, Kıbrıs gibi konularda bu egemenlerle zaten “papaz olduğu” için; bağımsız adaylara da baraj uygulanması gibi daha da uçuk şeylerden bahsederek öncelikli meseleleri için Kürtlerin temsilini “feda” etmeye hazırlanıyor. Üstelik, 90’lar boyunca hükümetlerde bulunmuş neredeyse tüm partilerin 3 Kasım 2002’de baraj altında kalmasını, dolayısıyla en fazla bir seçim sonra belki kendisinin de aynı duruma düşebileceğini göz ardı ederek...
Seçim sistemlerini çomaklayarak yapılan politik manipülasyonların geçmişte ne ölçüde başarılı olduğu ortada... Acaba bu sefer de seçim barajı üzerinden Kürt hareketini hedef alan manipülasyonun başarısızlığının tescili için kaç yıl geçmesi gerekiyor?