Yeni Söz

3.3.07

Bebekten Katil Yaratan Sistem / Sinan Altunç

“Bebekten katil yaratan sistemi sorgulamalıyız”: Hrant Dink’in cenazesinde söylemişti bu vurucu cümleyi, eşi Rakel Dink. Kocasının katil zanlısı henüz 17’sinde olunca, bu söz daha da düşündürücü oluyor tabi.

Böyle bir felaketin ortaya çıkmasında, gerçekten de sorgulanması gereken bir sistem olduğu kuşkusuz; ve bu sorgulamanın da toplumun tümü tarafından yapılması gerekli. Yani sadece hukukçular veya sosyologlar değil, ya da bilim insanları değil, tüm toplum bu gidişat hakkında kafa patlatmalı.

Hukuk açısından, uluslararası hukuka ve iç hukukumuza göre değerlendirme yapmak mümkün. Malumunuz, uluslararası hukukta çocukların yüzyüze oldukları tehlikeleri irdeleyen, bunların önlenmesinin çarelerini arayan düzenlemeler mevcut. Özellikle insan ticaretinin mağduru durumunda olan, cinsel sömürü veya zorla çalıştırılma amacıyla bir ülkeden diğerine sürüklenen çocuklarla ilgili bilgilere Uluslararası Çalışma Örgütü’nün veya Uluslararası Göç Örgütü’nün internet sayfalarından ulaşmak mümkün.

Ancak meseleye çocuk suçluluğu bakımından yaklaşıldığında, Rakel Dink’in üstünde durduğu husus kendini gösteriyor. Günümüzde, çocuklar suçlu olarak anılmıyorlar. Çocuk terimini teknik anlamda, yani 18 yaşından küçükler anlamında kullandığımı belirtmek isterim. “Yeni Ceza Adalet Sistemi” içerisinde önemli bir yer tutan Çocuk Koruma Kanunu’nda “suça sürüklenen çocuk” kavramının kullanıldığını görüyoruz. Bir anlamda, çocukların kendi istekleri veya iradeleri ile bir suç işlemedikleri, bir başkasının etkisiyle eylemlerini yerine getirdikleri kabul ediliyor. Hatta, çocuk suçluluğu ile ilgilenen kimi bilim insanları, kanunda “Çocuk Ağır Ceza Mahkemeleri”nden bahsedilmesini dahi, maksada aykırı olduğu gerekçesiyle eleştiriyorlar.

Peki suça itilmiş çocuklara uygulanması öngörülen yaptırımlar nedir diye baktığımızda ise, ceza verilmesinin son çare olduğu dikkatimizi çekiyor. Normal ceza hukukunda da son çare (ultima ratio) olan ceza vermenin, çocuklar için belki de “son çareden de sonra gelen bir çare” olarak kabul edilmesi gerekiyor. Bunun yerine, koruyucu aile yanına veya bir kuruma yerleştirilmeleri söz konusu olabiliyor, suça sürüklenen çocukların. Ancak, ülkemizde aile içi şiddetin ve Çocuk Esirgeme Kurumu’nun yurtlarında yaşanan mide bulandırıcı uygulamaların oranı göz önünde bulundurulduğunda, aslında suça sürüklenen çocukları, topluma kazandırmak amacı taşıyan bu uygulamaların, adeta onların tüm umutlarını söndüren uygulamalar haline geldiğini ibretle görüyoruz.

Modern ceza hukuku, suçun oluşumunda tüm toplumun etkisi olduğunu kabul eder. Bu nedenledir ki, suçlu tabir edilen kişinin toplumdan soyutlanması yerine topluma kazandırılması amaçlanır. Bunun yanı sıra, belki de daha önemlisi, toplumda suçu ortadan kaldırmaya veya azaltmaya yönelik tedbirlerin alınması sağlanmaya çalışılır. İşte “bebkten katil yaratan sistemin sorgulanması” bu aşamada dikkate alınmalıdır; ve bu, sadece hukukun üstesinde gelebileceği bir sorun şey değildir. 17 yaşında bir katil zanlısının, eylemi neden yaptığı sorusuna yanıt olarak, “işsiz, güçsüz” olması gösteriliyorsa, burada bir sorun vardır. Belki çoğumuzun dikkatini çekmeyen, bizlere normal gelen bir durumdur bu; 17 yaşında bir çocuğun işsiz, güçsüz olabilmesi. Ama 17 yaşında bir çocuğun gününü işinin başında değil, okulunda geçirmesi gereklidir. Toplumun, kendi bireylerinin potansiyel tehlike haline gelmelerini önlemesinin en basit kuralı budur. Düşünülmesi gereken, neden Trabzon’da bu tür olayların olduğu değildir; tüm ülkede daha ne kadar potansiyel tehlikenin var olduğudur. Bunu en acılı anında bile Rakel Dink düşünebildiyse, bizlerin de, kolaycılığa kaçmadan içinde yaşadığımız toplumun geleceği için yapabilmesi gereklidir. Belki o zaman Ada’mız için bu kadar endişe etmemize de gerek kalmaz.

28.2.07

Ada'm/ Ulaş Bayraktar

Ada'm, 40 ayını dolduruyorsun bu ay ; tam da Hrant Dink’in ölümünün 40. gününe rastlayan günlerde. Kim mi Hrant Dink ? Haklısın sen bu yazıları okuyup, anlamaya başladığın günlerde belki de kimse hatırlamayacak bu ismi. Şimdi bile garipsenen o Hrant gibi, Agop gibi, Yorgo, İshak, Ararat gibi isimler belki artık tamamen terk etmiş olacak bu coğrafyayı. Biraz daha yoksun, biraz daha noksan, biraz daha donuk bir ülkeye dönecek yurdun. Ya hiç fark etmeyeceksin bu noksanlığı ya da ağırlığı altında kıvranacaksın.

Kıvranıp, kıvranıp ; bir şeyler yapmak isteyeceksin. Bir şekilde mücadele etmek isteyeceksin bu eksiklikle ; anlatmaya, göstermeye çalışacaksın çevrene, ne kadar yoksullaşan, ne kadar sıradanlaşan bir ülkeye dönüşmekte olduğunu yurdunun. Ama sesini duyuracak araçları, mecraları bir türlü bulamayacaksın. Bakacaksın ki, yurttaşlarının bir kısmı başka bir algı düzeyinde sanal kahramanların hayatlarında yaşıyor; hangi yıldızların, hangi galaksilerde, ne yapmakta olduklarını merak ediyor olacaklar ; ülkenin yönetimine değil, spor takımlarının yönetimine ilgi duyacaklar ; hayal ürünü kahramanların dertlerine kendilerininkinden daha fazla kafa yoracaklar.

Garip bir hedonizme evrildiğini göreceksin çevrenin ; aşkın bir hedonizm olacak bu. Sadece seks ile içki, sefahat alemleriyle sınırlı olmayacak ; tüketmek başlı başına bir haz objesi olacak. Yeni arabalar, yeni telefonlar, yeni evler, koltuklar, giysiler, ayakkabılar alınarak hazzın sınırları zorlanacak. Yalnızlaşan toplum, kendi başına da ulaşabileceği hazlar bulmuş olacak.

Diğer yanında, bir şeyler yapmaya çalıştıklarını iddia eden bir güruha rastlayacaksın. Siyaset denilen mecrayı profesyonel bir meşgaleye dönüştürmüş, ülkenin asıl sorunlarının uzağında, bir takım saman alevimsi gündemlerin peşinde aynı iddiaları tekrarlamaktan bıkmayan bir topluluk olacak bu siyasetçi takımı. Siyasetin toplum için değil, siyasetin kendisi için yapıldığına tanık olacaksın büyük bir şaşkınlıkla. Bir şey yapmaya kalkmak buysa, eksik olsun diyeceksin ister istemez.

Neticede, çevreni kuşatan bu hedonist çoğunlukla, siyasetçi azınlık arasında bir seçim yapman gerekecek belki de. Muhtemelen, hiçbir şey yapamadan kalacaksın kendi köşende ; bir şeyler yapamamanın, yapacak bir şeyler bulamamanın azabını tercih edeceksin, bu manasız taraflardan biri olmanın vereceği sanal huzura…

Umutsuzluğa kapılma, büyük bir ihtimalle yalnız olmayacaksın. Ataletin acı veren kirlenmemişliğinde geçici de olsa demir atmış yığınlar olacak, sağda solda, orada burada. Ama mevcut şartlar altında, böylesi benzerlerini bulmaya çalışmak bile sistemin dilini konuşmaya başlamak, hakim kuralları kabullenmek riskini taşıyacağı için kimse birbirini bulmaya çalışmayacak. Eğer tabii, bu işe kalkıştığı iddiasındaki bir takım yalancı peygamberler böylesi çabaları toptan başarısızlığa mahkum etmediyse hala. Yine de umudunu kaybetme, yeni yollar, yeni araçlar bulmaya çalışmaktan vazgeçme. Bir şeyler yapamamanın tarihi içinde belki bir çıkar yol bekliyordur seni.

Bu arayışın yanısıra üretmekten geri durma, ama mümkünse de kelimelerden medet umma ; onlar ki kirlenme yarışında açık ara birinciliği alanlar, seni yanlış anlaşılmanın daha katlanılmaz acılarına savuracaklardır. Anlaşılamamak, yanlış anlaşılmaktan kat be kat revadır. Dolayısıyla, anlaşılma derdin olmadan üret ; çiz, boya, yont, oyna, dans et. Üret ve at denize ; sana benzeyen kıyılara elbet varacaktır kelimelerin mahkumiyetinden kurtulmuş sözlerin.

Ve bütün bu sancılar ve arayışlar içinde ne olur kızma bize, annene ve babana, seni böyle bir dünyaya getirdik diye. Biliyorduk seni ne kadar zor bir geleceğin beklediğini ama bütün bu karanlıklara bürünmüş coğrafyada umudu ancak sende gördük, kestiremediğimiz bir geleceğe inandıklarımızı ancak seninle taşıyabileceğimize inandık … Kusura bakma, kendi çaresizliğimizi seninle aldatmaya kalktık.

Umarım, sen bu umutsuzluğun bayrak yarışında son koşucu olabilirsin…

25.2.07

Sansür Tartışmaları / Sinan Altunç

Son günlerde medya sektöründe yaşananlar ilgi çekici boyutlara ulaştı. Bir taraftan Radyo Televizyon Üst Kurulu’nun dolaylı etkisiyle Kurtlar Vadisi isimli dizinin yayımdan kaldırılması, öte yandan Kanaltürk ile ilgili mali denetim uygulamaları, medyada sansür tartışmalarını gündeme taşıdı.
Kurtlar Vadisi ile ilgili çok fazla yorum yapmak niyetinde değilim. Tek söyleyebileceğim, bu tür programların yayımlanıp yayımlanmaması ile ilgili olarak, basın özgürlüğü ile nefret ve düşmanlığı körüklemenin arasındaki ince çizginin iyi tespit edilmesi gerektiğidir. Tüm dünyada, özellikle ırk ayrımcılığı güden yayınlara sınır getirilmesi sıkça görülen bir uygulamadır. Dolayısıyla, değerlendirmenin bu çerçevede yapılması daha sağlıklı olacaktır kuşkusuz.
Kanaltürk ile ilgili olan meseleye gelince, her şeyden önce yaşananların Kurtlar Vadisi’nin yayımdan kaldırılması kadar yankı bulmamasınını, özellikle medyanın önemli bir kısmının olumlu ya da olumsuz herhangi bir yorum yapmaktan kaçınmasının endişe verici olduğunu düşünüyorum.
Basın özgürlüğü açısından sansürün asla kabul edilemez bir kavram olduğu bilinen bir gerçektir. Ancak, sansürün tam olarak ne anlama geldiğinin tespiti gereklidir. Sansür esasında, ileriye dönük bir işlemdir. Yayınların önceden sınırlanmasıdır. Halihazırda yayımlanmış bulunan yayınlara karşı sansür, kural olarak, mümkün değildir. Örneğin, bir gazete hakkında verilecek toplatma kararı sansür olarak nitelendirilmemektedir. Ancak, verilen toplatma kararı, aynı gazetenin ileride yapacağı veya yapması muhtemel yayınları önlemek amacını taşıyorsa, o zaman sansürden bahsetmek mümkün olacaktır.
Görüldüğü üzere, sansür çeşitli şekillerde uygulanabilmektedir. Öyle veya böyle, bir basın organının sindirilmesine çalışılması sansür olabilir. Kanaltürk meselesine de bu çerçevede bakmak gereklidir. En nihayetinde bir şirket olan kanalın hesaplarının incelenmesi normal olsa da; meslekte duayen konuma gelmiş, yaşı kemale ermiş, hasta yatağından canlı yayına katılan bazı çalışanlarının banka hesaplarının gün aşırı kontrole tabi tutulması, maliye müfettişlerinin Kanaltürk binsaında adeta üs kurmaları, yapılanlarda art niyet olduğu izlenimini vermektedir.
Daha önce de belirttiğim gibi, belki de en acıklı olanı, yapılanlara karşı medyanın üç maymunu oynamasıdır. Hükümetin özellikle medyaya karşı saldırgan tutumuna karşı dimdik ayakta durmak önemlidir. Başbakanın medya mensuplarını azarlaması, beğenmediği soruları soran gazetecileri aforoz etmesi, hatta ve hatta bazılarının ihanet içinde olduğunu iddia etmesi, günlük yaşantımızda sıkça karşılaştığımız meseleler haline geldi. Bunun yanı sıra, Hükümet yanlısı haber yapan dergiler, gazeteler ve televizyon kanallarının sayısının çoğalması, dördüncü kuvvetin kullanılış şekli açısından tedirginlik yaratmakta.
301. madde tartışmalarına kilitlenmiş kamuoyumuzun, ifade özgürlüğünün bu boyutu ile de ilgilenmesinin iyi olacağı kanaatindeyim.