Yeni Söz

20.1.07

Hepimiz KERİNÇSİZ’iz/ Ulas Bayraktar

Hrant Dink katletildi.

Yine bu toprakların o çok tanıdık olduğu hamasi nutuklar ortalara salıverildi. Katiller bulunacak, sorumlulara hesap sorulacak, bu işin peşi bırakılmayacak, hiçbir şey artık eskisi olmayacak, çok çok -cak, -cek.

Bu satırların yazıldığı gece saatlerinde « Hepimiz Hrant Dink’iz » pankartları ekranlarda belirmeye başlamıştı bile. Kimi kandırıyoruz, hangimiz Hrant Dink olabildik bugün o silah sesleri bulunana kadar ? Ölü olmak kolay, gözlerimizi kaparız, hiç kıpırdamayız oluruz artık hepimiz birer Hrant Dink. Tecrübesiz de sayılmayız artık. Nasıl daha önce Muammer Aksoy, Abdi İpekçi, Uğur Mumcu, Metin Göktepe olduysak, bugün de Hrant Dink olabiliriz kolaylıkla. Ama tüm bu ışıklar sönene kadar hiçbirimiz değil olmak onlar, azcık benzeyemedik, azıcık kulak veremedik bile onlara. Şimdi istediğimiz kadar meydan dolduralım, gözyaşı dökelim, slogan atıp, mum yakalım, neye yarar tüm bunlar?

Tetiği çekeni aramanın ne anlamı var şu anda ? Birilerini bulacaklar nasıl olsa ; meczup diyecekler, saf diyecekler, radikal bir militan diyecekler. Neyi değiştirecek bir tetikçi bulmak silahın ta kendisi bizler olduktan sonra ? Kimin çektiği tetiğimizi çok mu önemli ?

Açık bir nazi toplumuna dönmüş olsak yine bir nebze anlayacağım. Bu apaçık faşizmin içinde bilir ki bütün ‘öteki’ler sıra er ya da geç kendilerine gelecek. O zaman anlarlar belki ‘bir güvercin ürkekliğinin’ sırası değildir artık ; zaman bir tazı çabukluğuyla ortalıklardan sıvışma zamanıdır.

Ama ne yazık ki, daha vahim bu toprakların hali.

Faşizm evet hep vardı bu diyarlarda, sık sık hatırlattılar kendilerini, varlıklarını hissettirdiler. Vardılar ve ne olduklarını pek de saklama gereği duymadılar. Ama esas tehlike artık kendini hala solda varsayan gruplardan, hala demokrasiye, eşitliğe, adalete sahip çıktıklarını sanan siyasal odaklardan kaynaklanıyor. Bu ülkenin sosyalist entarnasyonale üye partisi hala savunuyor Hrant Dink’i ölüme götüren 301. maddeyi. Aynı parti karşı çıkıyor, vakıflar yasasına, azınlık haklarına. Şimdi de bu partinin sorumluları, sempatizanları hiç utanmadan hamasi nutuklar atıyorlar, hepimiz Hrant Dink’iz pankartının altında yürüyorlar.

Niye kandırıyoruz kendimizi, hepimiz bugüne bugün Kerinçsiz’iz…

19.1.07

Ordu büsbütün siyasallaşırken…/Burak COP


Türkiye’de bürokrasinin belli kesimlerinin sabit ‘söylem’leri (İngilizce’de discourse, “söylem” tam yerini tutmuyor) vardır. Tehdit algılamaları ve kurgulamalarının hem girdisi, hem de çıktısını teşkil eder bu söylemler. Dolayısıyla söylem üzerinden o “tehdit” -her ne ise artık- her seferinde yeniden üretilir. Düzenli gazete okuyan ve televizyonda haberleri seyreden her Türk vatandaşı da bilir bunları. Dolayısıyla bu ‘söylem’leri duyduğunda yadırgamaz.

Misal, üst düzey silahlı kuvvetler yetkililerinin açıklamalarında en sık zikredilen tehditler “bölücülük” ve “irtica”dır. Bürokrasinin kemalizme bağlı -örneğin Fethullahçı olmayan- kesiminden gelen açıklamalarda ise “bölücülük” daha az zikredilir, “irtica” baş köşeye oturur. “Kadrolaşma”dan sıklıkla bahsedilir (Sonra Başbakan da çıkar “Bu ülkede kadrolaşmanın kaşarlısını CHP yaptı” gibisinden komik bir laf eder, bizler de Nimet Çubukçu “CHP’lilerin metresleri”ni gündeme getirinceye kadar buna güleriz). Yargı erkinin üst düzey yetkililerinin favori ‘söylem’i ise “yargının siyasallaşması”dır. Çok da haksız değillerdir aslında. Adalet Bakanı ve Müsteşarı Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu’nun üyesidir, hazırladığı bir iddianamede Kara Kuvvetleri Komutanı’nın adını zikreden savcının derhal başı uçurulur, hakimler her daim siyasi baskı ve tehditlere karşı savunmasızdır... vs.

Ben ise yukarıda adı geçen bazı ‘söylem’ ve kurumlara mikser soktum ve bakın karşıma nasıl bir bulamaç çıktı: “Ordunun siyasallaşması”.

“Eh, günaydın!” demeyin. Ben de biliyorum Türkiye’de ordunun siyasetteki geleneksel ağırlığını; 19. yüzyıl sonundan beri bu topraklarda modernleşmenin taşıyıcı gücünün asker kökenli kadrolar olduğunu, 1960’dan beri 2 tam, 1 yarım, 1 çeyrek darbe gerçekleştiğini, bir zamanlar DGM’lerde asker hakimlerin görev yaptığını, birkaç yıl önce hafiften sivilleştirilene kadar MGK’daki mutlak rengin haki olduğunu... Denize kıyısı olan kentlerimizin güzel manzaralı muhitlerindeki lojmanları ve orduevleriyle, OYAK’ıyla, zorunlu askerlik sistemiyle ve dahi liselerdeki zorunlu Milli Güvenlik dersleriyle “Askeriye”nin her Türk vatandaşının yaşamının içkin bir parçası olduğunu...

Bununla beraber, bilhassa bugüne dair farklı bir siyasallaşmadan söz etmemek de mümkün değil. Genelkurmay Başkanlığı’nda son görev değişimi yapıldığından beri, Türkiye’nin AB adaylığının tescillendiği 1999 Aralık’ından itibaren yaşanan süreçte bir duraklama, hatta geriye gidiş var gibi. Tam bu görev değişiminin yaşandığı günlerde buram buram “halktan biri” olan futbol yorumcusu Erman Toroğlu’nun dile getirdiği “Ben demokratik Genelkurmay Başkanı istemiyorum. Kodu mu oturtanını istiyorum” (Beyim demokrat ile demokratik arasındaki farkı dahi bilmiyor, o da ayrı rezalet) talebine uygun çıkışlara tanık oluyoruz bir süredir. Eh, işte, hazır “halk”tan da bu yönde bir istek varken... Zaten Toroğlu da çevresindeki eş-dost-esnaf-mahalleli, kısaca herkesin bunu ifade ettiğini söylemişti.

Genelkurmay Başkanı Yaşar Büyükanıt görevi devralmasının ardından evvela, hazırladığı rapordan ötürü, bir sivil toplum kuruluşu olan TESEV’e alenen çattı. TESEV’in raporu AB üyeliği yolunda demokratikleşme perspektifiyle kaleme alınmış, liberal görüşler içeren bir metindi. Büyükanıt’ın tepkisini çeken bölüm ise ordunun Türkiye’de siyasal ve toplumsal yaşamdaki yerine dair tespitlerdi. Neticede siyasi içerikli görüşlerdi bunlar. Büyükanıt raporda yer alan spesifik tespit ve eleştirilere değinmek yerine, TESEV’i bir AB komplosu içinde yer almakla suçladı. Siyasi bir metni eleştiren siyasi bir konuşma yaptı. Zaten TSK bir tüzel kişilik olarak bu raporda yazılanlar hakkında görüş bildirmek arzusunda idiyse, herhalde bunun yeri de Harp Akademileri’nin öğretim yılı açılış töreni olmamalıydı.

Büyükanıt’ı daha sonra Mehmet Ağar’ın ünlü “Dağdan insinler, ovada siyaset yapsınlar” çıkışını eleştirirken gördük. Genelkurmay Başkanı’nın Ağar’ın “Benim dönemimde asker konuşamaz” sözüne cevap verme isteği duyması belki anlaşılabilir bir şeydi. Peki ama DYP liderinin “dağdan insinler” sözünü, bir “genel af çağrısı” olduğu gerekçesiyle “şiddetle kınamasına” ne demeli? Bir ülkede eğer yasadışı bir örgütün silahlı militanları dağları mesken tutmuşsa, onları “affetmek” hükümetin ve meclisin bileceği iş değil midir? Demokratik ülkelerde tabii...

Ve ordunun son siyasal tutumu; Kıbrıs’ta Lokmacı üstgeçidinin yıkılmasına gösterilen tavır. KKTC yönetimi bu üstgeçidin yıkılmasına karar verdiğinde TSK’nın “KKTC Anayasası’na göre orası bizim kontrolümüzde” karşılığını vermesi hukuki temele dayanan, anlaşılabilir bir itirazdı. Peki ama Büyükanıt’ın “TC Dışişleri Bakanı” edasıyla “bu tür adımların karşılıklı ve eşzamanlı atılması gerektiğini” söylemesine ne demeli? Hükümetin Rumlara Türkiye’de bir liman ve havaalanının açılması girişimine yarım ağızla yaptığı itiraz da unutulmamalı...

Genelkurmay’ın bu hallerini tek bir kişinin tercihi olarak görmemek gerekiyor elbet. Söz konusu olan bir yaklaşım farklılaşması ve bu da Genelkurmay Başkanı’nın şahsında somutlaşıyor. Hele ki çaresiz bir iktidar zora geldi mi topu kendisine attıkça (bkz. Hükümet’in M.Ali Talat’a üstgeçit konusunda “derdini orduya anlat” demesi) ve çapsız bir muhalefet sırtını kendisine dayadıkça (buna örnek vermeye gerek yok herhalde)...