Yeni Söz

24.2.07

Sinek Küçük Ama Tehlike Büyük / Özgür Mumcu


Sion’un Bilge İhtiyarlarının Protokolleri adıyla bilinen ve sonradan düzmece olduğu anlaşılan belge, 20. yüzyılın başında dünya kamuoyunu çokça meşgul etmiş. Protokollere göre, gizli bir Yahudi örgütü dünyayı ele geçirmek için, dünya medya ve finansını kontrol etmekte ve toplumları yerli işbirlikçiler eliyle manipüle etmektedir. 1920’lerde, söz konusu protokollerin çarlık Rusyası gizli servisleri tarafından üretilip piyasaya sürüldüğü ispatlansa da, özellikle Nazi Almanya’sının Yahudilere karşı aldığı tedbirleri meşrulaştırmak için bu sahte belgeye dayandığı gözleniyor.
Kıymeti kendinden menkul kimi araştırmacılar da memleketimizde benzer bir sahtekârlığı çok daha ustaca sergilemekte.
Beyaz Türklerin Sırrı
Artık ifşa edildi beyaz Türklerin sırrı, ey vatan gözyaşların dinsin. Hem de aksi ispat edilemeyen derin, bilimsel ve ciddi çalışmalarla. Efendilerin ipliği çıktı pazara. Kitapları okumadıysan, tulûatçı profesör anlatıp duruyor. Çözüldü şifreler bre gafil, mezar taşlarına, aile şecerelerine baktılar, magazin dergilerini incelediler, kafa kafaya verdiler, en bilimsel metotları uyguladılar ve buldular. Buldukları mutlak doğruları eleştirmeye kalkanın vay haline. Hem cahillikle suçlanırsınız hem de anlı şanlı profesörün boyunca kitabı olduğu hatırlatılır.
Bilmeyen kaldıysa, bir kez de ben buradan açıklayayım: Türkiye Cumhuriyeti Sabetaycı bir zevatın eline geçmiştir. En etkili kademelerde onlar var. Birbirlerini tutarlar, aralarına kimseyi almazlar ve kimliklerini saklarlar. Ancak, acar bir yurtseverin araştırmacı gözlerinden kaçmayacak çeşitli ipuçlarını bırakırlar arkalarında.
Soyadlarına, adlarına, yazdıklarına çizdiklerine verdikleri başlıklara, mezarlıklarına dikkat edersen sır çözülür. Dikkat et, uyanık ol, üzerinde oynanan oyunları boz.
Biz kimiz?
Unutuldu galiba hatırlatalım. Türkiye halkı, az sayıda gayrı Müslim azınlık ve Osmanlı İmparatorluğu’nun Müslüman tebaasından geriye kalanlardan oluşur. Bunun içinde Türkmenler ve Kürtler gibi İmparatorluğun kuruluşundan beri Müslüman olan unsurların yanı sıra başkaları da bulunmakta. Islama sonradan geçen Boşnaklar, Arnavutlar, Çerkezler, Abazalar, Gürcüler, Pomaklar bu kalemdendir ve ekseriyeti Balkan harbinden ya da çarlık Rusyasından kaçarak Anadolu’ya yerleşmiş, bu sebeple de sonradan geldikleri topraklara yeni bir yaşam kurma gailesiyle hızla uyum sağlamıştır. Bunun haricinde, Osmanlı’nın Rum, Ermeni ve Yahudi milletlerinden de Müslümanlığa geçen azımsanamaz bir kitle mevcut. Giritli Türklerin çoğu örneğin, Islama geçmiş Rumlardır. Karadeniz’de, Kapadokya yöresinde de birçok Ortodoks cemaat çeşitli sebeplerle Müslümanlığa geçerek, zamanla Türkleşmiştir. Aynı bahis Ermeniler açısından da geçerli. Sabetay Sevi ve takipçileri de tarihi bir hakikat. Elbette, memlekette Yahudi dönmesi de mevcuttur.
Saf katıksız hiçbir ırk yoktur. Her millet, birçok kavmin birleşmesinden oluşur. Bu bizim için diğer milletlere nazaran daha da geçerli bir tespit. Orta Asya’dan bir günde inmedik Anadolu’ya. Yolda karışa karışa ve karıştıklarımızı da kimliğimizin bir parçası yaparak ilerledik. Fethederken bir yandan da fethedildik. Değiştik, değiştirdik. Ergenekon’dan beri çok sular aktı. Karıştık, zenginleştik, güçlendik. Öğrendik, öğrettik. Dinler değiştirdik, dinler değiştirttik. Ve biz ortaya çıktık. Orta Asya Oğuzları, Anadolu’nun yerli halkları, Kafkas ve Rumeli halkları, hep beraber oluşturduk Türk milletini. Hiçbir unsur diğerinden daha az Türk değil.
Türk ırkından değil, Türk kimliğinden bahsedebiliyoruz o sebeple. İçinde her etnik grubu barındıran ve bu grupların özelliklerinden ayrı ve onlardan aşkın bir kimlik.
Bir de tüm bu halkların birbirleriyle evlilik yoluyla karışması da hesaba katılırsa Türk Milletini oluşturan topluluğun gücünün kaynağı olan zenginliğe ulaşılır.
Savaşlardan ve göçlerden, salgın hastalıklardan ve isyanlardan süzüle süzüle gelen bu nüfusun en önemli özelliği, üç dört kuşak ötesini bilmemesidir. Bu durumun asimilasyonu kolaylaştırıcı bir etkisi olduğu muhakkak. Kürtler de bu asimilasyonun diğer unsurlara nazaran daha az gerçekleşmesi ise başka bir yazının konusu.
Kaldı ki dünyada İzlanda ve Kuzey Kore haricinde, etnik olarak homojen bir topluluk bulunmamaktadır. Etnik homojenliğin son aranacağı yerlerden biri de Türkiye aslında. Çoğumuzun ailesinde yukarıda bahsettiğim unsurlardan bir ya da daha çoğunun bulunması yüksek ihtimal. İmparatorluk mirasçısı bir nüfusta da bunun aksi düşünülemez. Türk kimliği yekpare bir bütün değil. İçinde Dede Korkut hikâyeleri de, Müslümanlık hatta Hıristiyanlık öncesi Anadolu adetleri de, Rumeli’nin, Kafkasya’nın şarkıları da var.
Türklük, kaynaklarının zenginliğinden zayıflamaz. Kendisini oluşturan unsurlardan bazıları hedef gösterilerek zayıflatılır.
Hepimiz Ermeni, Rum, Arnavut, Kürt, Gürcü ya da Çerkez olduğumuz için hepimiz Türküz. Gerisi laf-ı güzaf.
Bundan utanç duyan, bunu reddeden kendinden utanmakta, kendini reddetmektedir.
Vaziyet bu istikametteyken, bilimsel araştırma süsü verilmiş garip metinlerle cadı avına girişir gibi soy sop avcılığına girişmenin manası ne? Yoksulluk ve itilmişlikle kendini köşeye kıstırılmış hisseden kitlelere “buyurun işte bu beyler ve hanımlardır bunların sorumlusu” demekten başka. “Bunlardır sermayenin, siyasetin ve medyanın sahipleri, bu nedenle senin sesin çıkmaz, sen yoksulsun ve kimse ciddiye almaz seni” mesajı çıkmaz mı tüm bu yazılanlardan.

Türk Thule’sine doğru
Koca bir sömürü düzenini eskiden Marksist teorilerle izah etmeye çalışanlar, bugün suçu Sabetaycılar başta olmak üzere sözüm ona gayrı milli odaklara atma kolaycılığında. Bir de ortaya Yahudi-Hıristiyan savaşı, Armageddon, Marduk gibi zırvalar atılmakta ki kafalar iyice karışsın, işin içine Mistisizm girsin. Haberiniz yoksa bir de buradan öğrenin. 2012’de Marduk adında bir göktaşı dünyaya çarpacakmış, Kuzey Amerika yaşanmaz hale geleceği için ABD Orta Doğuya yerleşmeye çalışıyormuş. Ya da başka bir görüşe göre, Mesih’in dönüşü için Orta Doğu’yu temizlemeye çabalamaktaymış ABD ve bu nedenle Yahudilerle gizli bir savaş yürütmekteymiş. Biri için Mesih’in geri dönüşü, diğeri içinse ilk gelişi sonuçta. Bu örtülü savaşta İsrail, Yahudi Kürtlerle işbirliği yapmaktaymış, Barzani sülalesinde hahamlar varmış vs vs. Seçin beğenin alın. Yani işin petrol kaynaklarıyla, emperyalizmle falan bir ilgisi yokmuş. Ezilen halkların hakları, anti emperyalizm vs. artık demode kavramlar. Varsa yoksa göktaşları, yüzyıllar öncesinde Islama geçenler, Mesihler. Eh, böylesi demek ki daha bilimsel.
Thule örgütü Nazi hareketinin atasıdır. Alman aşırı sağının, yabancı ve özellikle Yahudi düşmanlığını savunan, Cermen ırkı ve mitolojisine sahip çıkan, mistik mevzulara düşkün bu örgütü, Hitler’e uzanan bir siyasi geleneğin çekirdeğidir.
Korkarım dağınık da olsa bir Türk Thule’si kurulmakta. Bundan elli sene sonra Türk Nazizmini inceleyen tarihçiler yazarlar artık kimmiş diye kurucuları.
Tuluatçı profesörler, Teşkilat-ı Mahsusa nostaljiği araştırmacı diziciler, İslamcı fırsatçılar, Türkiye’de ırkçılık yoktur diyenlere nazire olsun diye iyice kuvvet kazanan Nihal Atsızcılar, buduncular, üç ucuz komplo kitabı okuyarak âlim olduğu zannına kapılan magazinci bozması köşe yazıcıları ve gazeteci müsveddeleri. Yarattığınız cadı avı ortamı, yücelttiğiniz şiddet ve mafya kültürü kime ne kazandıracak? Bu ülkede açtığınız yol, bundan üç dört sene önce bazılarınızın kitapları yanında Hitler’in Kavgam kitabını da bestseller yaptı. Meyvelerini kanlı kurşunlar olarak topluyoruz.
Kör bir kargaşada insanlar ölecek. Vicdanınız sizi bir an bile yoklamaz mı?
İlk başlarda sinek Küçük ama mide bulandırıyor diyorduk. Simdiyse sinek daha da fazla mide bulandırıyor. Tüm bu sinek sürüsü ve üzerine konup kalkıp beslendikleri düzeni açığa çıkartmak ve bu soytarılığa dur demek zorundayız. Daha da geç olmadan.
Vatan da böyle düze çıkar, Türklük de böyle onur kazanır. Diğer ihtimal ise boş vermek, işleri Marduk’a havale etmek.

23.2.07

Yanılıyorsunuz Sayın Başbakan / Burak Cop

Sayın Başbakan,

Bu ülkede sizden ve partinizden nefret eden çok insan var. Kimi vatanı AB’ye, ABD’ye sattığınızı, Kıbrıs’ı peşkeş çektiğinizi düşünüyor, kimi ilk fırsatta eğrisini doğrusuna getirip T.C’yi Türkiye Ilımlı İslam Cumhuriyeti’ne çevireceğinizi savunuyor. Şüphesiz, zırvalıyorlar.

Ben sizden ve partinizden nefret etmeyenlerdenim. Bir süredir tornistan etseniz de, AB üyeliği yolunda attığınız demokratikleşme adımlarından çok memnunum. Tornistan etmenizin sebebi de belli, seçimler yaklaşırken milliyetçi demagoglar size oy kaybettirmesin istiyorsunuz ve zaten AB de üyeliğimiz konusunda hiç cesaretlendirici değil bir süredir. Milliyetçi değilsiniz, ki Türk siyasetçi zümresinde bu sizi epey nadide kılıyor bilesiniz. “Kurban olam ayına yıldızına” saçmalığını da kerhen, mecburiyetten, bir “politik manevra” olarak yaptığınızı seziyoruz. Bu yüzden kızmıyoruz. Ama “seçimlerde oy verebileceğin partileri sırala” deseler, ilk üçe girmezsiniz. Eh o kadar da olsun ama, değil mi…

Bu okşantılı girizgâhı yapmamın sebebi az sonra sizi eleştirecek olmam. Ama eleştirilerim iyi niyetli, yapıcı ve kabul buyurursanız “yol gösterici” olacak. Tabii sizin bu yazıyı okuma ihtimalinizin milyarda bir olduğunun da farkındayım. Ama eğrisi doğrusuna denk gelir de, danışmanlarınıza “zihnî gıda” sağlayan birileri okur belki diye, klavyeyi parmaklamaya devam ediyorum. Ümit fakirin ekmeği.

“YÖK’ten dertliyim”

Şöyle konuşmuşsunuz efendim: “Öyle bir YÖK anlayışı var ki bilime sınır getiriyor. Ben bundan dertliyim… Şimdi 10 ilde üniversite kuracağız, gönderdik, YÖK’te. Hâlâ yorumunu yapıp da gönderemedi. 10 tane il... Ne olacak? 81 ilimizde de üniversite olsun. Biz kaybetmeyiz, kazanırız. Efendim, ‘Öğretim üyesi yok’. Öğretim üyesini kim yetiştirecek, ben mi yetiştireceğim? Sen yetiştireceksin kardeşim. Ama insanların beyinlerini okumaya kalkarsan bu ülkede öğretim üyesi çıkmaz. Şu anda bu 10 il bekliyor. YÖK hala oyalıyor. Halbuki gönderse, biz bunu hemen parlamentodan çıkaracağız”.

Sevgi paylaştıkça çoğalır, ama…

Sayın Başbakan, “81 ilde de üniversite olsun” diyorsunuz. Bense buna, müsaade ederseniz “Allah korusun” diye karşılık vermek istiyorum. Sevgi paylaştıkça çoğalır. Ama “üniversite” sayısını arttırmakla maalesef bilim çoğalmıyor. Bilakis, azalıyor. Acılar ve dertler ise paylaşıldıkça azalır biliyorsunuz. Buna mukabil, Anadolu bozkırlarının orasına burasına abuk sabuk “üniversite”ler açmak inanın Türkiye’ye acı ve dertten başka bir şey getirmeyecektir.

Nasıl mı? Her yıl diplomalı işsizler ordusuna binlerce yeni nefer yetiştirecek bu “üniversiteler”den mezun olacak kurbanları düşünün. Ellerinde hiçbir işe yaramayan diplomalarıyla hayal kırıklığı yaşayacak gençleri. “Hiç okumamasından yeğdir” mi diyorsunuz? Ne malum? Böyle olacağını bilse belki hayatından bir 4 seneyi heba etmemeyi tercih edecekti o delikanlı. Taksi şoförü olmak belki daha cazip olacaktı onun için, hele ki dar gelirliyse. Ve unutmayınız ki her tabela üniversitesi tarikatlar ya da faşistler için “içine yuvalanılası” ocaklardır. İlk kategori sizi muhtemelen rahatsız etmeyecektir ama ikincisini sizin de mutlulukla karşılamayacağınızı tahmin ediyoruz.

Tüccar zihniyeti

Tamam, sizi de anlıyorum. Her yıl üniversite kapılarına yığılan ve çoğu yığılmış olmakla kalan, Slovenya nüfusu kadar bir kitle var. Siyasetçisiniz neticede, oya ihtiyacınız var. Hemşerilerinin “yav beyim, bizim şehre de bir ünüversite açıvirseniz ne eyi olur gaari” talepleriyle karşılaşan vekillerinizi de anlıyorum. Vatandaş “şehre gençler gelse de satışım artsa, lokantam dolsa, internet kafem coşsa, evimi kiralasam” diye düşünüyor -gerçi bekâra ev kiralamayı tercih etmez normalde, Allah muhafaza kız atar falan, ama durum sıkışıksa bunu da sineye çeker-. Özetle vatandaş tüccar gibi düşünüyor. Ama siz öyle düşünemezsiniz, düşünmemelisiniz.

Dünyanın önde gelen “en iyi 500 üniversite” listelerine Türkiye’den hiçbir okul giremiyor. Girdiği zaman da ya bir, ya iki tane giriyor. İlköğretimden yükseköğretime eğitim sisteminin ıslah edilmesi gereken cehennem kadar özelliği bulunuyorken, Anadolu’da kıytırık “üniversiteler” açmak bu ülke için lükstür. Dahası, mevcut seviyeyi de tutar aşağıya çeker. Ülkenin kalburüstü üniversitelerinin bile, öğrenci kalitesi açısından olmasa da, diğer tüm açılardan Batı’daki rakiplerinden geride kalmışlığı söz konusu. Özellikle de akademik kadrolar bağlamında.

Asistanlık mı, dilencilik mi?

YÖK’e kızıp akademyaya hitaben “öğretim üyesini ben mi yetiştireceğim, sen yetiştireceksin kardeşim” diyorsunuz. Kolay mı o kadar Sayın Başbakan? En basitinden, yardımcı doçent olmak için en az 3 senelik bir doktorayı tamamlamak lazım. Doçentlik, profesörlük yılların geçmesini gerektiriyor. Saksıda menekşe yetiştirmiyorsunuz ki…

Hele kaynakları bunca yetersizken nasıl bilim üretsin üniversiteler, nasıl adam yetiştirsin? Gelişmiş dünyadaki benzerlerinin mali olanaklarına sahip mi devlet üniversiteleri? Şu harcı ödemeye bile karşı çıkarak ezbere solculuk, popülizm yapan öğrenciler de cabası. Bugün Türkiye’de iyi çalışan bir dilenci şebekesinin mensubu bile ortalama bir asistandan, hatta öğretim üyesinden daha fazla para kazanıyor. Siz istediğiniz kadar YÖK’e çatın…

Yaz yaz bitmez Sayın Başbakan. Zor işler bunlar. Siz iyisi mi bir kez daha düşünün…

21.2.07

İnsan Haklarından Nefret Ediyoruz / Özgür Mumcu

Bu ülkenin polisleri bir protesto gösterisinde “Kahrolsun insan hakları” diye slogan attı bundan üç beş sene evvel. İnsan Hakları Derneği, Kürt haklarını savunuyor diye eleştirilmektedir hep. En çok duyduğumuz lakırdılardan biri değil mi, “Batı insan hakları diyerek bizi bölmek istiyor” ? İslamcıların insan haklarını aslında sadece türban meselesi için kullandığı da sıklıkla işitilir.

Çoğu siyasetçi ve basın organının gizli ya da açık ifade ettiği nedir? İnsan haklarına sığınıp Türklüğe küfrediyorlar, insan haklarının arkasına saklanıp memleketi parçalamaya çalışıyorlar, zaten Apo’yu da asmadılar, insan haklarıyla gözümüzü boyayıp memlekete şeriatı getirecekler. Cezaevlerinde örgüt faaliyetine devam edecekler F tipini protesto ederek. İnsan haklarına yaslanıp Patrikliği Vatikan’a çevirecekler, insan haklarını kullanıp Ermeni soykırımını tanıyacaklar, sonra tazminat vereceğiz, sonra Allah muhafaza topraklarımızdan olacağız.

Yoksulluktan, ezilmekten, Orta Doğu’nun cehenneminden haysiyeti kırılmış vatandaş da ne feci şeymiş şu insan hakları diyor ister istemez. İnsan haklarının herhangi bir nimetini görmüşlüğü yok, ama basın ve siyasetçi yoluyla her türlü külfetinden haberdar. Geleceğinden ümitsiz. Bir büyük insan hakları canavarı tarafından boğulmakta çaresiz. Vatanını bölecekler, evlatlarını şehit edecekler, memlekette papazlar devlet kuracak, adım adım şeriat gelecek, bir Türklüğü kaldı ona da kendini bilmez bir iki entel küfredecek. Bunların hepsinde insan haklarından bahsedilecek. İfade özgürlüğü, azınlık hakları, kültürel haklar diye dallanıp budaklandıkça hele bu meşum insan hakları kavramı, alerjisi iyice artacak.

Sorumlusu bu kavram değil mi, AB’ye uyum adına değiştirilen ceza kanunlarının. Ve bu yeni kanunlar yüzünden artan gasp ve hırsızlık. Polislerin de eli kolu bağlı, insan hakları yüzünden salıveriyorlar suçluları. Eskiden fısıltıyla şimdi alenen söylenmiyorlar mı, şehre yeni göçen Kürtler bu suçların müsebbibi diye. “Abi diyorlar sonra, hep PKK’ya gidiyormuş bunların çaldıklarının parası”.

İnsan hakları PKK’nın, şeriatçıların, Ortodoks papazlarının, diplomatlarımızı katleden Ermenilerin, DHKP-C’nin, vatan millet düşmanı halktan kopuk entellerin, bizi bölmek için pusuda bekleyen Batı’nın, misyonerlerin, Soros’un, Alman vakıflarının, azınlık vakıflarının, bazı Alevilerin vs. kötü niyetle kullandığı bir oyuncak çoğu insana göre. Kendine bir faydası yok, gelirini arttırmıyor, ifade özgürlüğüyle ilgili bir derdi yok söylediklerine karışan eden olmadığından. Daha fazla insan haklarını savunan bir siyasi harekete kendini yakın hissetmesi için herhangi bir sebep mevcut değil.

Tehdit altında hissediyor kendini. “Hepimiz Ermeniyiz” sloganından bu sebeple rahatsız oldu. Türklüğü ve Müslümanlığı gidecek elinden. Sabetaycıların da dâhil olduğu, masonik, Siyonist bir uluslararası komplonun AB ya da ABD eliyle her geçen gün üzerine yüklendiğini sanıyor. Yoksa kim açıklayacak, bunca yoksul ve bunca sözünü dinletemez olmasını? Halka bu gerçekleri anlatan bir dizisi vardı, onu da yayından kaldırdılar. Mutsuz ve hırçın. Umutsuz ve kızgın.

İnsan haysiyetini korumayı hedefleyen insan hakları kavramına nasıl oldu da haysiyeti kırılmış kitleler düşman oldu? Bir iki fikrim var bu mevzuda, onları da bir başka yazıda ele almalı fakat.

Dehşet verici olan ve ayırdına varmamız gereken ise, aynı kavramlara farklı anlamlar yükleniyor olması memlekette. Herkes başka bir şey anlıyor insan haklarından da, demokrasiden de, laiklikten de. Körler ahalisiyiz, tutmuşuz bir fili neresine denk gelirse. Fili tarif edemememiz önemli değil de, elimizde kalacak zavallı bu gidişle.

18.2.07

İklim Değişecek mi? Özgür Mumcu

Hitler, Pinochet ve Saddam Hüseyin’in kanlı birer diktatör olmaları dışında bir ortak noktaları daha var. Üçü de, yoksul ailelerin çocukları. İlk gençlikleri toplumda kendilerine bir yer edinmeye çalışmakla geçmiş. Hitler düşük rütbeli bir asker ve başarısız bir ressam, Pinochet on beş yaşında, okuldan disiplinsizlik yüzünden atılmış, askeri okula ancak üçüncü denemesinde girebilmiş bir hayli sıradan bir asker, Saddam Hüseyin Tikrit’ten çıkışı ancak orduya girmekten geçen, güçten düşmüş bir aşiretin üyesi. Toplumda egemen kesimlere karşı nefret ve adaletsizliğe karşı bir intikam duygusu da başka bir ortak özellikleri. Üçü de kendilerini iktidara getiren hareketlerin yamacında, çok da ciddiye alınmayarak başlamışlar kariyerlerine. Hitler, ağzı iyi laf yaptığı için Alman aşırı sağı tarafından devşirilmiş, birahanelerde kışkırtıcı konuşmalar yapan bir onbaşı eskisi. Pinochet, sonradan devireceği Allende tarafından Kara Kuvvetleri Komutanlığı’na sadakati ve biraz da yeteneksizliği nedeniyle getirilen sıradan bir general. Hatta, ihtilalin örgütleyicileri arasında bile değil. Saddam ise Baas içindeki ağababalarını devire devire iktidara ulaşan genç bir subay. İhtimal, dönemin istihbarat raporlarında çok da üzerinde durulmayan adamlar.
Toplumun ezilen kesimlerinden çıkmış, düzenin sahiplerinden nefret eden bu adamların, düzenin en kuvvetli ve en ezici sahipleri haline gelmelerini ilginç bulmamak mümkün değil. Toplumsal kökenleri ve sistemden dışlanmaları neticesinde, toplumcu bir halk hareketinin önderi olması beklenen insanların, eli kanlı birer diktatöre dönüşmeleri incelenmeyi hak etmekte elbette. Hele, zengin bir ailenin iyi tahsilli çocuğu olan tıp doktoru Allende’yi, Latin Amerika’nın seçimle iş başına gelen ilk Marksist lideri, yoksul bir aileden gelen ve orduda bile çok ciddiye alınmayan Pinochet’yi faşist bir diktatör yapan mekanizmayı anlamaya çalışmakta yarar var.
Şilide bu mekanizma yine pek değişmiş sayılmaz. Ülkenin genç bir öğrenciyken Pinochet işkence tezgâhlarından payını alan, sosyalist başkanı Michelle Bachelet yine toplumun elit kesiminden geliyor. Hayat tarzına bakılınca, topluma uzak olmakla da suçlanabilir. Evlilik dışı çocukları var, çok Katolik bir toplumda agnostik olduğunu gönül rahatlığıyla açıklamaktan çekinmiyor. Buna rağmen, halkoyuyla başkan seçilebiliyor.
Az gelişmiş ülkelerde solu sosyo-ekonomik elitin sahiplenmesi yine Latin Amerika’da kırılmaya başladı gerçi. Chavez ve Morales örnekleri bunun müjdecisi belki de. Yazının başında bahsi geçen diktatörlere benzeyen geçmişe sahip bu iki siyasetçinin –kimi antidemokratik uygulamalarına şerh düşmek şartıyla- içlerinden çıktıkları kesimleri kucaklayan sol halk hareketlerinin önderliğini yapması, bir şeylerin değiştiğini gösteriyor olabilir. Bunda Latin Amerika sol hareketlerinin son on yıldır geliştirdiği gerçekten halka dayanan ve hükmedici olmayan yeni söylemin de rolü yadsınamaz. Sanırım bu mevzuda, herkes Marcos’a bir teşekkür borçlu. Başka bir dönemde, faşist diktatör olma profiline sahip insanları dönüştüren yeni bir solun ilk adımlarını Zapatist hareketle attığı için. Ancak, bu yeni Latin Amerika solunun da bir çok eksiği gediği bulunduğu ve bazen aşırı hayalcilikle malul olduğu da akıldan çıkartılmamalı.
Memleketimizdeki mekanizma nedir? Aybar’dan Ecevit’e, Erdal İnönü’den Deniz Baykal’a, hali vakti yerinde ailelerin tahsilli çocukları solda siyaset yaparken, Ispartalı çoban Sülü’nün, Malatyalı Turgut Özal’ın, Kasımpaşalı Tayip Erdoğan’ın sağda olduğu bir ülkenin çocuklarıyız. Bu ahval ve şerait içerisinde, ezilen kesimlerden toplumcu bir halk hareketi mi, kör bir nefret ve arkaik ahlak anlayışı içerisinde önüne geleni yıkan bir kara kalabalık mı yoksa bugüne kadar devam eden siyasi manzaranın mı çıkması daha muhtemeldir? Git gide, dini inancını ya da etnik kimliğini esas alarak örgütlenen bir toplum kaygı verici değil midir? İster cumhuriyetçi değerler, ister solcu ilkelerle bu süreçten rahatsız olanların yapabileceği bir şey var mı?
Chavez-Morales tarzı ezilenin içinden gelen ya da Michelle Bachelet tarzı solcu sosyo-ekonomik elitin ezileni, kendisini temsil edebileceğine ikna etmesine dayanan iki ayrı kanaldan yürüyor Latin Amerika’nın sol uyanışı. Elbette hiçbir modeli hele Türkiye gibi bir ülkede alıp da uygulamak mümkün değil. Ancak solda uyanış özlemi çekenlerin, Avrupa merkez sol partilerinden çok, koşulları memleketimize daha çok benzeyen Latin Amerika ülkelerine göz atmaları fena olmayabilir.
Yoksullarına dine, Türklüğe ya da Kürtlüğe sığınmak dışında bir yol bırakmayan bir düzen gün be gün oturmakta. Bu gidiş, çok da uzak olmayan vadede, Irak’taki seçim sonuçlarına benzer bir tabloyu getirebilir. Çağdaş bir demokrasinin seçim sonuçları, bireylerin kamu kaynaklarının kullanımı konusundaki farklı yaklaşımlarını yansıtır. Bizdeyse vaziyet, ilerideki seçimlerin ancak bireylerin dini ya da etnik kimliklerini yansıtmaktan ibaret olma ihtimaline doğru ilerlemekte. Yani bir yüzyıl sonra başka bir üç tarz-ı siyasete sıkışma riski var. İslamcılık, Türkçülük ve Kürtçülük. On sene sonraki seçimlerin İslamcı, Türkçü ve Kürtçü üç parti arasında bir orta oyununa dönüşmemesi için, kimliklerin üzerinde halkın dünyevi dertlerine çare olmayı hedefleyen, tabandan gelen toplumsal bir harekete ihtiyaç var. Yani iklim değişecek mi, Akdeniz olacak mı? Gülümseyebilecek miyiz? Yoksa o hüzünlü şiirdeki gibi, olmayacak bir duaya kırgın bir ümitle âmin mi demektir, buralara yazıp çizmek?

Baykal’ın derdi ne? / Burak Cop


Ben biliyorum. Daha doğrusu seziyorum.

Başbakan olmak.

Yanıp tutuşuyor bunun için. Vuslata ermeden CHP’yi rahat bırakmayacak. Dolayısıyla Türk siyasetini de. 40 yıldır siyasetle uğraşıyor ve bu uğurda gerekirse bir 40 yıl daha harcar. Sabahları erkenden kalkıp ya yürüyüş yaparak ya da Antalyamın buz gibi sularını kulaçlayarak gençliğini de muhafaza eder, hiç şüpheniz olmasın.

Yazılarına hayran olduğum Ümit Kıvanç, Nokta’daki köşesinde soruyor: “Bugüne kadar Deniz Baykal’ın Deniz Baykal’a has bir görüşünü, hele hele analizini, yorumunu duymuş olan var mıdır?”. Var, hatırlıyorum, bir kere duydum ben. 3-4 sene kadar önce, “Türkiye’nin uluslaşma süreci hâlâ devam ediyor” demişti. Katılmıştım, bu tespite hak vermiştim.

Yalnız sorun şu ki, bu sözde sosyal demokrat partimizin tek adamı (Atatürk de Tek Adam’dı, ama büyük harflerle), bu doğru tespitin üzerine 80 yıllık yanlışlara gün geçtikçe daha da ateşli biçimde sarılıyor. Tespit doğru, çözüm yanlış. İleriye gideceğine geriye gidiyor. 1995 seçimlerinden önceki parti bildirisinde “Kürt sorununu biz çözeriz” diyor, 2007’de “milliyetçilik bu toplumun çimentosudur” diyor. Amma da çimento ha! Kuzey İrlanda’da IRA’nın, Bask Ülkesi’nde ETA’nın siyasi kanatları hiçbir zaman seçimlerde birinci gelemezken, bizde PKK’nın siyasi kolu her seçimde Doğu’da mutlak birinci. Ama Sayın Baykal’ın 80 yıllık ezberleri bozmaya niyeti yok. Biraz daha fazla ezberlemeye niyeti var. Milliyetçiliğin varlığından rahatsız olunmamasını öğütlüyor, “hükümet Kuzey Irak’a (biz Irak Kürdistanı’na “Kuzey Irak” demeye devam edelim!) dalmaya karar verirse biz mecliste kolaylık sağlarız” diyor. Ne olur ki, en fazla memleketin çeşitli yörelerine birkaç yüz cenaze daha gider en fazla… Hem bu cumhuriyeti “siz” kurmadınız mı zaten Sayın Baykal, pardon, oyuncağınız partiniz daha doğrusu… Varsın biraz daha “şehit” ve “ölü ele geçirilmiş terörist” cenazesi gitsin sağa sola. Yeter ki laiklik elden gitmesin. Ha bir de rakı şişelerinin üzerine “Ata” yazılmasın değil mi, bu konularla uğraşsın vekilleriniz.

İnsanların Erdoğan’a oy vermesi için çeşitli gerekçeleri olabilir. Özal’a oy verenler girişimciliğini, kalkınmacılığını sevmiştir. Ecevit dürüsttü, Kıbrıs fatihiydi. Çiller kadındı, “Türkiye’nin modern yüzü” olduğu varsayılıyordu, olmadığı anlaşılana kadar da epey oy aldı. Erbakan Hoca, Hoca işte! Erdal İnönü, Paşa’nın oğluydu, toplumda umut uyandıran bir partinin başındaydı, sempatik adamdı. Demirel toplumu tavlamayı, gıdıklamayı her zaman iyi bilir, becerirdi… Falan filan… Peki bir insan üç kuşaktan CHP’li, Alevi, ne bileyim delicesine altıokçu falan değilse neden Baykal’a oy verir? Neden?

Bu sorunun yanıtı meçhul. Bu yüzden insanlar Baykal’a oy vermiyor yıllardır. Bu yüzden CHP, tarihinde bir kez, o da Sayın Baykal’ın yönetimi altında meclis dışı kaldı. Bir de muhalefetteydi ha!

“Siz onu niye seçmeniz gerektiğini anlayamaz, şu andaki iktidarı beğenmiyorsanız seçecek başka birini bulabilmek için helak olursunuz. Helak olduğunuzda, Deniz Baykal seçmenliğine doğru önemli bir adım atmış sayılırsınız”… Bu satırlar da Ümit Kıvanç’tan.

Evet, oy alması için görünürde bir sebep yok, ama başbakan olmayı da çok istiyor. N’apsak… Ama o biliyor ne yapacağını. Baktı o taraftan iyi rüzgâr geliyor, 1930’ların CHP’sine döndü. Ya da 60-70’lerin Güven Partisi’ne. “Devletçi”liğe, milliyetçiliğe verdi sırtını. Rahmetli Ahmet Taner Kışlalı yeterince kemalist bulmadığı için eleştirirdi CHP’yi. Bu günleri görseydi keşke.

Öyle ya, o günlerde CHP Kürt sorunundan bahsederdi. Gazeteci olarak geçen kış Lice’ye gittiğimde bana “1993’te tüm ilçe boşaltılıp halk Diyarbakır’a doğru sürüldüğünde, Baykal ilçeye girmeye çalışmış ama sokulmamıştı” demişti insanlar. 2002 seçimlerinden önce, fazla ileri gitmeseler de, CHP ile DEHAP ittifak flörtlerine girmişti. Hasan Cemal yazmıştı bir keresinde, “Ulusalcılar eskiden Baykal’dan hazzetmez, ona güvenmezlerdi. Son dönemlerde yakınlaştılar” diye.

90’ların CHP’sinde, hele ki onun tarafından yutulmuş SHP’de, bugünkü gibi partiye doluşturulmuş emekli diplomatların “ülkedeki kaçak Ermenistanlıları sınırdışı edelim” demesi veya azınlık vakıflarıyla ilgili iyileştirici yasalara muhalefet etmesi zor tasavvur edilir şeylerdi. En azından daha bir orta yol bulunurdu…

Rüzgâr farklı esermiş meğer. Bunun adı da “siyaset” olmalı. Ama sosyal demokrasi değil bence.