Senin Annen Bir Melekti Yavrum / Özgür Mumcu
Ölülerimizden konuşurken, hep gökyüzüne kayar gözlerimiz. Oysa, herkes ölülerin yer altında çürümekte olduğunu bilir. Ruhun bedenden ayrı var olduğuna inanmayan en tanrı tanımaz gözler bile biraz nemlendiğinde, yukarıda bulutlarda arar ferahlamayı. Diriler yeraltındaki ölüleri gök yüzünde ararken, ölülerin yer altında çürümekte olan bedenleri, dirileri hatırlarken, nereye döner acaba boş göz çukurları?
Beden ruhun safrasıysa şayet ve toprağın yediği o cesetlerin ruhu yoksa hiç, neden bunca mezar? Ruhun ölümsüzlüğüne ve göklerin himmetine bu radde iman edildiyse, neden toplu mezarlar üzerinde yaşıyoruz? Ölülerimizin cesetlerini toprak yavaş yavaş yedikçe mi, ruhları göğe yükselmeyi hak ediyor. Mesela o sebeple mi, ölünün kırkı çıkınca, yani cesedin burnu düşünce, geniş evlerde hüzünle karışık bir hamaratlıkla helvalar pişirilir. Muhtemel densizlikler, “dur daha kırkı çıkmadı” diye geçiştirilir. Kırkıncı günde belki de ruh, düşen burundan aldığı cesaretle göğe yükselir. O vakit, artık helvamıza ortak olamaz diye ölümüz, ruhuna helvalar yenilir. Cesedinin çürüdüğünden, geri dönemeyeceğinden emin, muğlâk bir ruh fikrini tanrı tasavvuruyla karıştırıp, gözler göğe dikilir.
Göklerden bir türlü gelmeyen yanıtlar, rüyalarda aranır. Rahmetli git gide seyrekleşen bir ritimle anılır. Sonra, başka helvalar, eski helvaların tadını kapatırken, burunlar birbiri ardına toprağa karışmaya devam eder.
Ve fakat hayatın bu alışıldık ikiyüzlü ama kaçınılmaz gailesi, helvalarla burunların kaderini belirlerken, cesetlerin saçları bir vakit daha uzar yerin altında. Ruhun göğe yükselecek dermanı olsa, hayattayken becerir o işi. Son bir ulvi çabayla işte, ancak saçlara verir kendisini.
Kurtların insan ve hayvan cesetlerini yediği cehennemi toprak altı dünyasının hemen üzerinde şahane kır çiçeklerinin bitmesine ise insan meşrebine göre anlam verebilir. Doğanın acımasız zulmü de denebilir buna, kainatın eşsiz uyumu da.
Ama eninde sonunda, o nemli gözler hep ölülerini göklerde arar. Yani her şey usulüne uygun olsaydı.
Ama önceki gün berdel yüzünden sırtına bebeğini bağlayıp da kendini asan kadını aramak isteyince o bebek… Annesini göklerde değil, kendi ailesinin fertlerinin gözlerinde araması gerektiğini öğrenince. O yaşa vardığında yani. Hangi devletli anlatacak ona, 2006 Türkiyesinde ücra bir köşenin, kör ahlakında böyle işlerin sıradan olduğunu. O annesinin cesedinin sırtında hayata başlayan bebeğin sırtını hangi el sıvazlayacak, bölgesel süper bir gücün gururlu bir siyasetçisi olarak.
Annelerini göklerde aramanın bile çok görüldüğü, intihar edenlerin sırtlarında doğanların memleketi. Çeyiz sandıklarına sığınmış genç kızları namus adına kalaşnikoflarla tarayan, tarım ilaçlarını baldıran zehri gibi içen kadınların memleketi.
Kıbrıstı, papaydı, Avrupa Birliğiydi, türbandı anladık önemli. O vakit, o kadının kendini astığı güne kadar siyasi gücü olanlar, aranızda bir isim belirleyin. O bebek büyünce, oturtsun karşısına, evladım desin, o aralar işimiz başımızdan aşkındı, büyük sorunlarımız vardı, vallahi ilgilenememişiz memleketin bir kısmının bin yıllardır bir cinnet halinde yaşamasıyla. Senin diye eklesin hatta, sesini titreterek, “senin annen bir melekti yavrum”.