Yeni Söz

27.9.07

Cuntacısın Dediler Söz Vermediler / Özgür Mumcu


Hiç bir şeyden çekmedi bu memleket Anayasa’dan çektiği kadar. Meclis hükümetini öngören bir Anayasa’yla çok partili rejime geçti, sistem dağıldı. Sistem dağılınca, özgürlükçü bir Anayasa yaptı askerler eliyle. O da üzerimize bol geldi diye yine asker eliyle daraltıldı. 12 Mart’ın askeri savcıları en çok “Anayasayı tağyir, tebdil ve ilga”dan dava açtı. Daraltılmış Anayasa da bol gelmiş olsa gerek ki, 12 Eylül’de yepyeni bir deli gömleğinin adına Anayasa dedik.
Aldıkaçtı Anayasası, gerçekten ne kadar hak ve özgürlük varsa alıp da kaçmıştı. Örgütlenmek yasak, grev yasak, konuşmak yasak... Koca memleket bir askeri garnizon nizamına sokulmaya çalışıldı. Hatta Anayasa referandumundan önce, Anayasa taslağı aleyhine propaganda bile yasaktı.
Bugünlerde yeni bir Anayasa yapamama sürecine girdik. AKP iktidarı birilerine bir takım taslaklar hazırlatıyor. Ama süreci eleştirmek de her zamanki AKP manevrasıyla, askercilik ve cuntacılık sayılıyor. Anayasa hazırlanma süreci hakkında yorumda bulunana hükümet, susup yerine oturması telkin ediliyor. Hükümetin ilgilenmediklerini de AKP yanlısı köşe yazarları, 12 Eylül Anayasasını savunmakla suçluyor. Erdoğan’ın elinde Kenan Evren’in imkanları olsaydı, muhtemelen o da Anayasaya karşı propagandayı yasaklardı diye düşünmeden edilemiyor.
İmdi ilk olarak belirtilmesi gereken, AKP geleneği Aldıkaçtı Anayasası’na ses çıkartmazken, bugün 12 Eylülcülükle suçladıklarının, askeri yönetim esnasında 12 Eylül Anayasası’nı eleştirme cesaretini gösterdikleridir. Gazete arşivleri bu sebeple kapatılan gazetelerin eksik sayılarını bir siyasi cesaret nişanı gibi yakasında taşır.
Bir anayasada temel olarak iki unsur bulunmaktadır. Birincisi yasama-yürütme ve yargı ilişkilerinin düzenlenmesi, ikincisi ise vatandaşların hak ve özgürlüklerinin belirlenmesi. 12 Eylül Anayasası iki konuda da sınıfta kalmıştır elbet.
Avrupa Birliği sürecinde, anayasanın hak ve özgürlüklere ilişkin maddeleri değiştirilerek, insan hakları en azından kağıt üzerinde Birliğe aday olunacak seviyeye getirildi. Böylelikle, 12 Eylül Anayasası’nın en büyük kusuru, büyük ölçüde giderilmiş oldu. Bugün ardı ardına yapılan değişikliklerle, Anayasa’nın temel hak ve özgürlüklere ilişkin maddeleri Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ne paralel bir düzenlemeye tabi. Elbette, hak ve özgürlüklerin daha da iyileştirilmesi ortak talebimiz olmalı. Bu noktada da rehber olarak İnsan Hakları Mahkemesi’nin Avrupa kamu düzeni adını verdiği sisteme iyiden iyiye girmek edinilmeli. Anayasa’da artık çok da sorunlu olmayan temel hak ve özgürlüklerin somutlaştığı kanunların elden geçmesi ise çok daha önemli. Anayasa’da ne yazarsanız yazın, TCK 301. Madde bu şekilde yorumlanmaya devam ettiği sürece mana ifade etmeyecektir.
Türban yasağının kalkması için Anayasa’da bir düzenlemeye gitmenin de tehlikesi büyük. Tehlike türbanla üniversiteye girilmesi değil. Bu konudaki görüşümü daha önceki yazılarda belirttim. Tehlike dini bir yasağın Anayasa’da ifade edilmesi. Yani ilahi bir kuralın, beşeri bir yasama işlemine konu olması. Laiklik, türbanı üniversitede yasaklamak değil ama, türbandan açıkça bir Anayasa hükmünde bahsetmek hiç değildir. Anayasa Mahkemesi’nin kararından sonra hukuken zor da olsa, başkaca bir çözüm yoluna gitmek şart.
Anayasayı oluşturan ikinci unsur yani yasama-yürütme-yargı ilişkilerinde ise tamamen bir karmaşa içindeyiz. Yakın zamanda bir referandumla başkanlık sistemine geçmemiz öngörülürken cumhurbaşkanının yetkileri kısıtlanmak isteniyor. Başbakandan daha çok oy almış bir cumhurbaşkanı ihtimalinde, bu sadece siyasi gerilim getirecek bir düzenleme tarzı. Öte yandan, Anayasa Mahkemesi’nin üyelerinin önemli kısmının Meclis tarafından belirlenmesi de yargı-yasama ayrılığına önemli bir darbe (Fransa’da da sistem bu şekilde ama onun başka sebepleri mevcut). İdarenin işlem ve eylemlerini denetlemekle de görevli Danıştay’a da benzer bir yöntemle üye belirlenmesinin sakıncaları da bariz.
Yetkisiz ama halk çoğunluğunun seçtiği cumhurbaşkanı, süpermen yetkilerine sahip bir başbakan ve hükümeti denetleyecek yargı organlarının hükümet güdümüne girmesi. Bu formülden sağlıklı bir demokrasi çıkmaz. Anayasayı sadece sivil diye tüm bu kusurlarla bağrımıza basmamız beklenmesin. Bir Anayasanın sivil olması onu otomatik olarak mükemmel yapmaz. Sıfatlar her zaman içerikleri belirlemez. Hitler sivil ve laiktir ama demokrat değil. Portekiz’deki Kadife devrim askeri darbedir ama sonuna kadar demokratiktir, İngiltere monarşidir ama demokratiktir, Suriye cumhuriyettir ama despotiktir. Bu Anayasa taslağı da sivildir ama karma karışık ve uygulanamaz bir niteliktedir. Muhalefetin bir an önce mızmızlığı bırakıp yeni önerilerle bu Anayasa çalışmalarına yön vermesi şart. En azından taslak böylelikle kamuoyunda daha çok tartışılır. En sivil odak da kamuoyundan başkası değil. Aldıkaçtı Anayasasından sonra bir de Kaptıkaçtı Anayasası derdiyle karşılaşmamak için, her kesimin dahil olması gereken bir süreçteyiz.
Bu AKP Anayasası taslağını eleştirmek, 12 Eylül Anayasasını savunmak değildir. Aralarında takım kurup mahalle maçına çıkanların bunları tartışması ise ancak gazozuna fikri tartışmadır.

26.9.07

Rektörlerin İşi / Sinan Altunç

Başbakanın rektörlere hitaben sarf ettiği sözlerin üstünde ayrıca durulması, kısa da olsa bir tahlile tâbi tutulması gerektiğine inanıyorum. Bilindiği üzere, Hükümet ile üniversiteler arasında devam eden bir çatışma var. Dikkat edilirse, Başbakan süregelen bu çatışmada devamlı üniversitelerin kendi işlerine bakmaları gerektiğine dair sözler söylüyor. Bu en son ifadesi de bunun bir örneği.
Kısaca hatırlamak gerekirse, Rektörler Komitesi, Anayasa Tasarısı’nın değerlendirildiği toplantıdan sonra, Anayasa çalışmalarına referanduma kadar ara verilmesi gerektiğini belirten bir açıklama yapmış, bunun üzerine de Başbakan, “rektörler kendi işlerine baksın” minvalinde bir beyanatta bulunmuştu.
Şimdilik bu şekilde neticelenen bu tartışmayı, mevcut ve olası sonuçlarıyla birlikte değerlendirmek niyetindeyim.
Ülkemizde son dönemlerde güçlenen anlayışa göre, üniversitelerin meslek eğitimi veren kurumlar olarak görüldüğü bir vakıa. Özellikle, YÖK düzeninin neticesi olarak, üniversitelerin bilimsel, idari ve mali özerkliklerine son verilmesi, bunun nedeni olarak gösterilebilir. Uzun vadede topluma yarar sağlayacak bilimsel çalışmalar yapmaktan ziyade, günü kurtarma adına en büyük amacı mezunlarının iş bulması için uğraşan kurumlar haline geldi (veya getirildi) üniversiteler. Hal böyleyken, Başbakan’ın yaptığı açıklama da buna tuz biber ekti.
Üniversitelere yönelik bu bakış açısı Başbakan tarafından da paylaşılıyor olmalı ki, bilim üretilen kurumların başında bulunan kişilerin, ülke meseleleri hakkında söz söylemesini Başbakan kabul edemiyor. Zira, kendi fikrine göre, bu kişilerin işi, başlarında bulundukları kurumlarda okuyan öğrencileri ileride meslek sahibi yapmaları. Bunun dışında memleketin onlardan bir şey beklemediğini düşünüyor sanırım.
E koskoca başbakan böyle düşününce, “biricik” çocuklarını üniversiteye gönderen ebeveynlerin beklentisinin de bu yönde olması doğal tabi. Bu beklenti sadece ebeveynlerle de sınırlı kalmıyor, çocuklara da sirayet ediyor haliyle. Girmek istedikleri üniversiteyi seçerken, yayımlanan bilimsel çalışmalardan ziyade, mezunlarının iş bulma oranına dikkat etmeleri vs. bunun neticesi olarak ortaya çıkıyor. Öğrencilikleri sırasında da memleket meseleleri üzerinde asgari ölçüde kafa yorarak, “kazasız belasız” mezun olmaya bakıyorlar.Bakış açısı bu şekilde olunca, eğitim ile ilgili tartışmalarda, meselenin neden türban takmak özgürlüğüne takılıp kaldığı da anlaşılıyor. Zira, hükümetin eğitim hakkından anladığı, araştıran ve sorgulayan insanlar yetiştirmekten ziyade, özgürlük kavramını olabildiğince yüzeysel yorumlayarak, kendi siyasi anlayışı çerçevesinde nesilleri yaratmak kanımca. Nitekim, sıkıştığı yerde ulemadan görüş isteyen anlayıştan farklı bir davranış beklemek ne derece anlamlı, onu da sizlerin takdirine bırakıyorum.

Türban Meselesinde Yeni Söylem Şart / Özgür Mumcu


Hacıvat ve Karagöz’ün inatlaşmaları gibi, türban üniversiteye girsin, hayır efendim girmesin diyen taraflar birbirleriyle boynuz tokuşturadursun, türban sorununu daha geniş bir yaklaşımla ele almak gereği açık.
Osmanlı-Türkiye tarihinin batılılaşma macerası 19. Yüzyıl başlarından bu yana sürüyor. Bu macera filminde Yeniçeri-Esnaf-Ulema kısmı tutucu kötü adam rolünü oynarken, Bürokrat-Harbiyeli, devleti kurtarmaya çalışan kahraman rolünü üstlenmiştir. Günümüze kadar da kavga maalesef hala bu iki kesim arasında. Bu da belki bize ait öz be öz Türk malı sınıf çatışmamızdır, bu da ayrı bir konu.
Bu batılılaşma macerasının ana özelliği, batılılaşmanın bölük pörçük denenmesidir. Zaten meşhur “Batının ilmini alalım, kültürünü dışlayalım” bakış açısı da buradan çıkmaktadır. Mahçup batılılaşmamız, özellikle Tanzimat döneminde şahikasına ulaşacak şekilde, ikili bir müesseseleşmeyi de beraberinde getirdi. Laik mahkemelerle şeri mahkemeler, skolastik orta çağ medreseleriyle batılı eğitim kurumları aynı anda aynı toplumda yer aldı. İslamcı düşünürlerin örnek gösterdiği de buna yakın bir sistem. Tüm Medine Vesikası ya da Refah Partisi döneminin çokhukukluluk tartışmaları aslında, bu ikili yapının yeniden tesisi arzusunu taşımakta. Postmodern çok kültürlülük teorileriyle karıştırılmalarına aldanmamak gerek.
Küçük Mustafa’nın Şemsi Efendi mektebine girmesiyle değişen hayatı, ilkokul kitaplarında boşuna anlatılmamaktadır. Çünkü cumhuriyet, kısmi Batılılaşma fikrine nihayet son vermiş ve batılı eğitim kurumlarının, geleneksel islami eğitim kurumlarına üstün olduğu fikrini, cumhuriyetin kurucusu üzerinden dillendirmektedir. Tevhid-i tedrisat, tüm okulların Şemsi Efendi Mektebi’ne dönüşmesi hikayesidir.
Hukuktaki ikilik ise, dünyanın belki de ilk gönüllü reception hareketiyle, Batı devletlerinin kanunlarının benimsenmesiyle radikal bir biçimde kaldırıldı.
Osmanlı’nın yarım yamalak batılılaşmasının getirdiği ikili evren, Cumhuriyetle tekleştirildi. Hukuk ve eğitimde batılı esaslar hakim olurken, ulemanın dayanağı medrese ve şeriat mahkemeleri tasfiye edildi. Maçı, Asker-Bürokrat ekibi kazanmıştı. Bu ekibin de, bütünlükçü bir batılılaşmadan yana olmasından doğal bir sonuç akla gelemez zaten. Bürokrat batılı Galatasaray Lisesi, asker ise batılı Harbiye mezunudur. Yani Şemsi Efendi’nin mezunları, mahalle mektebinin talebelerini sosyal hayatın tanzimi konusunda mağlup etmişti. Ancak sayısal üstünlük mahalle mektebi mezunlarında olduğundan, cumhuriyetin eğitimde ikiliğe son vermesine rağmen, neredeyse her seçimde iktidara gelmeyi bildiler. Liderlerinin serüvenleri bir önceki yazıda kısaca incelenmişti.
Bu teklik-ikilik konusunun zaten herkese malum olan hikayesi kabaca böyle. Türban meselesi de işte bu hikayeyle yakından ilintili. Amaç batılılaşma ise, yani günümüzün değerleriyle batılı bir demokrasi tesis etmek ise, türban yasağını da içeren genel bir reform yapmak gerekiyor. Eğitim alanında, hakiki anlamda hem demokratik hem de laik bir sistem mümkün. Şu anda Türkiye’deki eğitim sistemi iki niteliği de taşımıyor. Victor Hugo “Reaksiyonerlik, fikri iflasın siyasi adıdır” der. Türban yasağına reaksiyoner bir şekilde yapışmak ve öneride bulunmamak reaksiyonerliktir. Eğitim düzenimizin dinle ilişkisinin sorunlu olduğu ortada. Bu sebeple, laiklik adına salt türban yasağını savunmak ya da demokrasi diye sadece üniversiteye türbanla girilmesinden yana olmak, çıkmaz sokaktır. Demokrasi bir karşılıklı ödünler düzeniyse, ödünleri belirli bir sistematik içerisinde tespit etmek icab eder.
Yazıyı çok uzatmamak kaygısıyla ve diğer yazarlarla beraber tartışmak ümidiyle naçiz fikirlerimi paylaşmak isterim:
Yüksek öğretimde türban yasağı, tüm mahalle baskısı kaygılarına rağmen kaldırılmalı. Çünkü asıl olan eğitim kurumunun niteliğidir. Kurumda verilen eğitimin demokratik ve laik ilkelere dayanması ana kaygı olmalı. Bunun yanında eğitim sisteminde Tanzimat dönemine benzer bir ikilik yaratan imam hatip liseleri de kaldırılmalı. Devletin liselerde din eğitimi vermesi izah edilebilir değil. Ancak dini duyarlılıkları yüksek şahısların özel liselerinde Milli Eğitim’in belirleyeceği ilkeler ve sürdüreceği denetim altında, din derslerinin verilmesi mümkün olmalı. İlköğretim okullarında bırakın zorunlu din dersini, seçmelisi de kaldırılmalıdır. Var olan Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi öğretmenleri Kuran kurslarında görevlendirilmeli, isteyen veli çocuğunu okul saatleri dışında bu kurslara yollamalıdır. Söz konusu dersin ahlaka ve dinler tarihine ilişkin kısımları, hayat bilgisi ve tarih derslerinde işlenmelidir. İlahiyat Fakültesi kontenjanları ise imam ihtiyacına göre ayarlanmalı, tedrici olarak tüm imamların üniversite mezunu olması hedeflenmeli. Eğitimde tüm bunlar, topluca yani hiç biri göz ardı edilmeksizin gerçekleştirilmezse, türban yasağı tartışmalarının tozu dumanından geriye ne laiklik ne de demokrasi kalacak. Gerçi ne bu iktidarın bunları yapacağına ne de muhalefetin önereceğine inancım var. Darbe ve şeriattan bağımsız bir üçüncü yol için yeni siyasi önerilere ihtiyaç sonsuz. Yeni önerilerle siyasi fikir tarlasını işlemezsek, yeni bir dini ya da askeri darbeyle tarlanın zehirli bir nadasa bırakılma ihtimali var.

24.9.07

Baskın Hoca bir yere koşmuyor/ Burak Cop



Sevgili Serhad Kara, Baskın Oran’ı eleştirdiği yazıyı kaleme alalı iki haftadan fazla oldu ama ben yoğunluktan daha yeni cevap yazabiliyorum. Bir de Serhad’ın yazısını biraz geç farkettim, onun da etkisi var. Neyse, mühim olan tarihe not düşmek…

Serhad çok sağlam bir kaynaktan duyduğuna göre ben de doğru kabul ediyorum. DTP ortak adaylar girişimi başlar başlamaz “İstanbul’daki iki bölge de benim” demiş ve Baskın Oran’a da Ankara’dan aday olmasını önermiş. Serhad yazısında bu dediğim dedikçi tavrı doğal karşıladığını ifade ediyor şu satırlarla: “Beğenirsiniz ya da beğenmezsiniz İstanbul'da Ortak Aday girişimine dahil olan en güçlü parti DTP idi ve DTP'nin dışında kaldığı birleşik bir solun İstanbul'da başarı şansı yok denecek kadar azdı. Dolayısıyla bu talep gayet normal karşılanmalıydı”.

Ben ise aynı görüşte değilim. İstanbul’un her iki yakasındaki seçim sonuçları göstermiştir ki, DTP oyları bu partiye milletvekili kazandıracak sayının epey gerisindedir. Öyle olmasaydı Doğan Erbaş 45 bin değil, 75 bin oy alır ve meclise girerdi. Dolayısıyla ben “topun sahibi DTP’dir, o nasıl isterse takımlar öyle kurulur, maç öyle oynanır” gibi bir yaklaşımın haklı ve geçerli olabileceğini düşünmüyorum. Belki Doğan Erbaş’a ve onu ittirenlere göre öyleydi ama sandık yalan söylemez… Bunun yanı sıra Oran’a Ankara’yı önermek DTP’nin ne kadar hakkıysa, İstanbul’u istemek de Oran’ın o kadar hakkıdır görüşündeyim. Oran’ın adaylığını açıklayış biçimi eleştirilebilir ama burada da erkene alınmış seçim takviminin sıkıştırması rol oynadı, vakit sahiden de dardı, daha sıfırdan bir kampanya inşa edilecekti… Ve Ahmet İnsel, Osman Kavala, Gençay Gürsoy, Tarık Ziya Ekinci gibi birbirinden saygın aydınların desteğiyle, Baskın Oran bir basın toplantısıyla adaylığını açıkladı. Bu isimleri zikretmemin sebebi, Oran’ın adaylığını açıklamasının hiç de öyle aksi bir adamın kafasının dikine gidip bildiğini okuması biçiminde tezahür etmediğini göstermek. Ama tabii bu noktada da elitizm ve halktan kopukluk eleştirisi getirilebilir. Halbuki AKP, CHP, MHP, DTP, vs. halkla kucak kucağa belirler milletvekili adaylarını, öyle değil mi…

Öyle veya böyle, Serhad’ın da hatırlattığı gibi, neticede DTP Baskın Oran’ı destekleme kararı aldı. Fakat ardından, hem kendilerini hem de Hoca’yı yakan o talihsiz manevrayı yaptılar. Ben bundan ötürü DTP’yi eleştirmeyeceğim çünkü bu konuda özeleştiri yapma olgunluğunu gösterdiler. Yalnızca şunu söylemekle yetineceğim, çok sağlam bir kaynaktan (ister misiniz Serhad’ınkiyle benim kaynağım aynı kişiymiş mesela) duyduğuma göre Doğan Erbaş, Ahmet Türk’e rağmen, bir tür emrivakiyle aday olmuş. Ahmet Türk’ün partinin lideri olduğuna dikkati çekerim… Ya da bunları bir kenara bırakalım, neticede bir parti bir adayı önce destekleyeceğim diyor, sonra cayıyor. Olay bu kadar basit, bu kadar talihsizdir, eğer ahde vefa ilkesi sizin için birşey ifade ediyorsa. “Ama Baskın Oran Bin Umut Adayları toplantısına katılmadı” gibi bir gerekçeyi ise ben gerekçe olarak kabul edemiyorum.

Serhad Kara’nın “Doğan Erbaş’ın adaylığını açıklamasından sonra bu gariplik (iki aday sorunu- B.C) düzeltilebilirdi” yorumuna kesinlikle katılıyorum. Katılmadığım ise Serhad’ın, Oran’ın, kampanyası sırasında DTP’ye karşı olumsuz bir yaklaşım sergilediği tespiti. Bence tam tersi, Baskın Oran, dili ince kemikli bir insan da olmasına rağmen, kampanyası boyunca DTP’ye yönelik centilmence bir tavır sergiledi. DTP’ye en ufak bir eleştiri dahi yöneltmedi. “O konuda” hiç ağzını açmadı.

DTP’nin özeleştirisine gönderdiği kutlama mesajında “aferin, bir daha yapma emi yavrum” minvâlli, “hocaca” bir ifade olabilir Baskın Oran’ın. Biraz öyle bir kişiliğe sahip olduğu yer yer hissediliyor. Tabii bir tür meslekî deformasyondan söz etmek de olası. Ayrıca (muhtemelen Serhad da bana katılacaktır) “gölge kabine” projesini yapılabilir bulmuyorum. Öte yandan Serhad, Hoca’nın “bizim hareketimiz” ifadesini de eleştiriyor. Halbuki Baskın Oran kampanyasında yan yana yürüyen, slogan atan insanların arasında yer alıp, “bizim” olan yepyeni bir hareketin heyecanını duymamak mümkün değildi…