Yeni Söz

18.11.06

« Sorunu muhalifiyle çözme suretiyle siyaset »*/Ulas Bayraktar



Özgür lafı ağzımdan almış. Ben de nicedir, Mehmet Ağar’ın geçen haftalarda Kürt sorunu ile ilgili çıkışını anlamlandırmaya çalışırken, kendisiyle yaptığımız bir tartışmayı düşünüyordum. O tartışmada Türkiye’nin kronik sorunlarının ancak bu konularda en sert muhalefeti yapan siyasi gruplar tarafından çözülebileceğini konuşmuştuk. Bu son Ağar muammasını düşünürken aklıma bu tartışmamız geldi. Her ne kadar bu önerme henüz doğrulanmamış yani herhangi bir sorun karşıt bir siyasi grup tarafından tamamıyla çözülememiş olsa da, önerme Türk siyasi kültürü ve geleneği açısından ciddiye alınmaya değer.

Siyasi zıtlıkların çözüm gücü olarak adlandırabileceğimiz bu anomalinin kökeninde Türk siyasetinin bir körlerle sağırlar diyaloğuna benzemesi yatıyor. Herhangi bir grup belli bir siyasi pozisyon aldıktan sonra bu siyasi duruşu cansiperane bir şekilde ; düşünmeden, dinlemeden ve dolayısıyla bir daha sorgulamadan savunur. Bu duruşla çelişen yaklaşımlar kategorik olarak reddedilmekle kalmaz, muhalif kişiler aymazlıktan vatan hainliğine kadar değişebilen suçlamaların muhattabı olabilirler. İkili tartışmalardan, siyasi partilerin propaganda savaşlarına kadar giden bir yelpazede bu statik söylemler tekrar tekrar üretilip, ulusal siyaset mutlak bir statükoya mahkum edilir. Münazara mantığına dayanan bu siyasi etkileşim geleneğinin gölgesinde ya milliyetçisinizdir, ya vatan haini ; ya irticacısınızdır, ya kemalist ; ya laiksinizdir, ya dinci ; ya solcusunuzdur, ya emperyalist ; kısaca ya siyahsınızdır ya beyaz ; ya bizdensinizdir, ya onlardan…

Hal böyle olunca yeni bir şeyler söyleyebilmeniz için ya eski siyasi kimliğinize ihanet ediyor olmanız yani ‘dönek’ olmanız ya da aynı grubun içinde yeni bir siyasi oluşuma girişiyor olmanız gerekir. Yani Türk siyasetinin evrimi ancak bölünme ve/veya kırılma yoluyla gerçekleşebilir. Dahası, çoğu durumda bu kırılmalar, varolan söylem içinde çok önemsiz değişikliklere tekabül ettiği için siyasetin genel ahval ve şeraitinde kaydedeğer bir değişim gerçekleşemez.

Yine de arada sırada gerçekten önemli kırılmalar da olabilir. Milli Görüş geleneğindeki Batı karşıtı söylemin AKP’yle nasıl dönüştüğünü sanırım tartışmaya gerek yok. Bu kırılma sayesindedir ki, seneler boyunca en sıkı Batı muhalifi olan kitleler AB adaylığını onaylar hale gelmişlerdir. Bu kırılmadan önce Batı’yı sadece Hıristiyanlıkla özdeşleştiren kitleler, AB üyeliği sürecinin ne gibi avantajları olacağını ancak AKP’nin yeni duruşuyla fark edebildiler. Tabii bu dönüşümün diyalektiğinde de yıllardır Batı dünyasını ana gelişme referansı olarak varsayan cumhuriyetçi gelenek, gitgide avroseptik bir duruşa evrildi. Yine de bu yeni durumun statükoya dönüşmesine kadar körler ve sağırların diyaloğunda bir takım iyileşmeler olduğunu teslim etmek lazım. Belki hala verimli ve yapıcı bir etkileşim ile iletişimden bahsedemesek de, bir takım argumanların taraflar arasında değiş tokuş edildiğini gözleyebiliriz.

İşte Ağar’ın son çıkışı da bu anlamda bir şanstır. Bütün kariyerini kürt sorununun cebr ile çözülmesine vakf etmiş bir eski bürokratın, şimdi çıkıp siyasi yolları zikretmesi, Kürt sorunu üzerindeki statükoyu derinden sarsabilecek bir etki yaratabilir. Milliyetçi-muhafazakar siyasi söylemin bu yöne evrilmesi aynı AB örneğinde olduğu gibi Kürt sorununda da küçümsenemeyecek gelişmelerin ortaya çıkmasına yol açabilir.

Umalım ki bu kırılmaya tabi siyasi evrim sürecinde memleket solu en azından bu sefer dümen suyunun biçare delisi olmasın…


* ‘Mefhum u muhalifinden istihrac suretiyle tefsir’ gibi…

17.11.06

Kimse kendi köyünde peygamber değildir / Özgür Mumcu


Memlekette siyaset, en beklenmedik adamların, en beklenmedik işleri yapmasıyla ilerlemiştir hep.
Hep şaşırmışımdır, Mustafa Kemal’in topluma getirdiği değişikliklerin bu denli az tepki görmesine. Yanlış anlaşılmasın, İstiklal Mahkemeleri’nden de haberdarım, çıkan isyanlardan da, Millet Meclisi’ndeki İkinci Gruptan da. Gelgelelim, tüm bunlara rağmen, özünde çok muhafazakâr bir toplumun, Batı’nın saldırısını bertaraf ettikten sonra, Batı’nın kurum ve kanunlarının getirilmesine bundan çok daha derin bir tepki vermesi beklenirdi. Bu dönüşümü gerçekleştirecek olanın, doğaüstü bir meşruiyete ihtiyacı vardı. Bu meşruiyete de ancak, Batı’yı dize getirmiş Mustafa Kemal Paşa sahip olabilirdi.
Rumlara dostluğunu dizelere döken, barışçı şair bir başbakan mesela ordulara denizleri aştırır bu ülkede. En özgürlükçü Anayasayı, askeri bir darbe getirir bir bakarsınız. En İslamcı bir siyasetçi hoca, imza atar İsrail’le askeri işbirliği andlaşmalarına. Alparslan Türkeş’e dert olur Ermenistan’la arayı düzeltmek. Avrupa Birliği uyum kanunlarını çıkartan koalisyon hükümetinde, ülkücülerin olması pek de şaşırtmaz kimseyi. AB’ye adaylık statüsünü alan hükümetin başbakanının ise miğferi kubbeden, süngüsü minaredendir. Leyla Şahin kararında türban yasağını savunan avukatların çalıştığı Dışişleri Bakanlığı’nın bakanının eşi de benzer bir dava açmış olabilir mesela geçmişte. Yine bu ülkede, Deniz Gezmişler idam edilsin diye elini hırsla kaldıran Demirel’den ricacı olunabilir, o aynı elleriyle solu toparlasın diye. Dağdan ovaya inin, düzde siyaset yapın diye PKK’ya çağrıda bulunanın adı Mehmet Ağar olunca bu ülkede, kim şaşırır TCK 301. maddesini Deniz Baykal’ın cansiperane savunmasına.
Bu memlekette kimse kimseye güvenmez. Elleri silah kabzalarında, kasaba meydanlarında dikilen silahşorlar gibi birbirlerinin gözlerinin içine bakıp, hareketsiz ve gergin bekler siyasetçiler. Ancak, beklenmedik bir hareketle yerlerinden oynayabilirler. Yoksa bu muazzam statüko kimseye nefes aldırtmaz.
Meşruiyetini tam olarak ispat etmeyenin hareket alanı dardır. Bu meşruiyeti ispat etme yolu da, yapılacak hareketinin öncesinde, belki de yıllar boyu o hareketin tersini savunmak ve yapmaktan geçer bu ülkede. Ancak o zaman güven duyar, hareketten kuşku duyanlar. “O yaptıysa, bir art niyeti yoktur” diye düşünüp rahatlar insanlar.
Tüm bu sebeplerle işte, türban yasağını mesela bir gün CHP kaldıracak, beraber izleyeceğiz.
Her siyasi kesimin kendinden beklenmedik işler yaptığı memleketimizde, elbette sol da sağ da birbirine karışacaktır. Bu büyük güvensizliği aşmadan, bu ezici meşruiyet bunalımından çıkmadan böyle garip bir demokrasimiz olacak. Sol gösterip sağ vuracak silahşorlar, sağ gösterip sol. Bu yumruklardan ağzı burnu dağılmış bir takım adamlarla kadınlar da, devam edecek kendilerine beyhude yere sormaya neden Nişantaşı sola oy verir de, Ümraniye’den sağ çıkar diye. Kimsenin kendi köyünde peygamber olmadığı bir ülkede, her köy mucizesini, diğer köyün peygamberinde arar. Ne zaman ki o köyler, peygamberler ve mucizelerden vazgeçer, o vakit gemiler sulara iner.
İyi de bir mecburiyet midir bu garabet? Üst yapısı bunca çarpık bir binanın, alt yapısı kim bilir ne haldedir. Bu saçma ve atıl binada, hapis kalınmak istenmiyorsa, binanın temelini anlamakta yarar var. Yani nasıl bir toplum olduğumuzu, bu toplumun ne derecede bir millet oluşturduğunu bulmak gerek.
Bu yolda sorulan her sorunun üstü örtülecekse eğer, en temel sorularda bile görünür görünmez duvarlardan seke seke, serseme döneceksek şayet, devam edelim böyle. Nasıl olsa bir gün gelir de yıkılırsa binamız, sebebini takdir-i ilahide ararız.

12.11.06

Cumhurbaşkanlığı ve Meşruiyet Meselesi / Sinan Altunç


Bilindiği üzere son zamanlarda ülkemizde Cumhurbaşkanlığı seçimleri ile ilgili tartışmalar hız kazanmaya başladı. Tartışmaların ana eksenini Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) genel başkanı ve Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın bu makama çıkması oluşturuyor. Erdoğan, resmi olarak makama aday olduğunu açıklamamış olsa da, TBMM’deki sandalye dağılımı ve kimi beyanları, kamuoyunun gözünde aday konumuna getirdi bile.
TBMM’deki AKP milletvekillerinin sahip oldukları sandalye sayısı 355. Anayasa’nın 102. maddesine göre, TBMM’nin üye tamsayısının üçte ikisinin oyu gerekli. Ancak ilk iki turda bu oran tutturulamazsa, salt çoğunluk da yeterli oluyor. Dolayısıyla, ilk iki turda olmasa bile, üçüncü turda bu sayıya ulaşılma ihtimali bir hayli yüksek.
Öte yandan son günlerde yaptığı açıklamalarda da, Başbakan, Cumhurbaşkanlığında ısrarlı olmadığını, ancak bu makama TBMM içinden birisinin seçilmesi gerektiğini ifade etmiştir; belki de bu suretle, bir kez daha, resmi olmasa da gayrıresmi olarak aday olacağı sinyalini vermiştir.
Bu aşamada, birkaç söz söylemek niyetindeyim. Çizilen bu tablo ilk bakışta normal görülebilir. Öye ya, TBMM’de çoğunluk olan siyasi parti, vatandaşın onayını ve desteğini almış demektir. Dolayısıyla da, bu siyasi partinin başkanının da, daha önce de Turgut Özal ve Süleyman Demirel’de örneklerini gördüğümüz gibi Cumhurbaşkanı olmayı istemesi gayet doğal. Ancak birazdan ortaya koymaya çalışacağım veriler, meselenin göründüğü kadar da basit olmayabileceği olasılığını akla getirebilir.
Üzerinde durduğumuz örnek, özelde Erdoğan’ın Cumhurbaşkanı adaylığı olduğundan, meseleyi Özal sonrası dönemle sınırlamayı uygun buldum. Özal’ın genel başkanı olduğu ANAP 1987’de yüzde 36.31 ile birinci parti olup TBMM’de 292 milletvekilliği kazanmıştı. Ancak, partinin oy oranı 1989 yerel seçimlerinde yüzde 23’lere kadar düşmüştü (Bu noktada ben de Özgür Mumcu gibi Ulaş Bayraktar’ın görüşlerine atıf yapmak suretiyle, 1989 seçimlerinde SHP’nin oy oranının 32.76, DSP’ninkinin ise 6.46 olduğunu hatırlatmak isterim). İşte bu şartlar altında Özal’ın Cumhurbaşkanlığı gündeme gelmişti. Meşruiyet tartışmalarına konu olan bu süreç, Özal’ın 263 milletvekilinin oyuyla Kasım 1989’da Cumhurbaşkanı olması ile neticelendi.
1993’te Özal’ın ölümüyle boşalan makama bu sefer de Demirel talip oldu. O da selefi gibi iktidar partisi lideriydi. Ancak, farklı olarak partisi DYP 1991’de birinci parti olmasına karşın, oy oranı yüzde 27.03, çıkarttığı milletvekili sayısı ise 178 idi. Netice olarak, 1989’da Özal Cumhurbaşkanı seçilirken, meşruiyet tartışmalarını ortaya atan Demirel, Mayıs 1993’te 244 oy alarak Çankaya’ya çıktı.
Ahmet Necdet Sezer ise, TBMM’deki grubu bulunan beş partinin de uzlaşması sonucu Cumhurbaşkanı seçilmişti, 2000 yılında.
Esas meselemize gelince, yaptığım tartışmanın açıkça meşruiyet tartışması olduğu aşikardır. Özal’dan önceki Cumhurbaşkanlarını konu edinmememin gerekçesi de budur nitekim. Olağanüstü sayılabilecek dönemlere rast gelen, Özal öncesi Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde, meşruiyet tartışmasının yapılmasının gereksiz olduğu kanaatindeyim. Şimdi ise, Erdoğan’ın adaylığı ile karşı karşıya memleket. Yapılagelen söylem ılımlı. Ne diyor Başbakan; “ille de benim seçilmem gerekmiyor”. Ancak akabinde, seçilecek kişinin TBMM’den olması gerektiğini, TBMM’nin kendi içinden birini seçemeyecek kadar aciz olmadığını da belirtmekten geri kalmıyor. İşte bu noktada, yukarıda da verdiğim verileri göz önünde tutarak değerlendirmemi yapmak istiyorum.
Gerek Özal gerek ise Demirel’in Cumhurbaşkanı seçilmeden evvel, TBMM’deki en güçlü partinin liderleri olduğu bir vakıadır. 2002 genel seçimlerinde AKP’nin aldığı oy oranının yüksek olduğu da doğrudur (AKP’nin 2002 seçimlerindeki oy oranı yüzde 34.43’tür). Ancak, bu verilerin dışında, dikkat edilmesi gereken başka veriler de vardır. 1987 yılındaki genel seçimlerde, TBMM’de temsil edilmeyen oy oranı yüzde 19.81 iken, bu oran 1991’de sadece yüzde 0.59’dur. 2002 genel seçimlerine baktığımızda ise, oran yüzde 46.16’dır.
Erdoğan’ın ileri sürdüğü koşul gereğice, Cumhurbaşkanının bu meclis içinden çıkacak adaylar içinden seçilmesi demek, halkın yüzde 46.16’sının oyunu almamış olan bölümünün, Cumhurbaşkanlığı seçiminde de söz sahibi olamaması demektir. Bunun her ne kadar milli iradeye uygun olduğu ileri sürülebilirse de, Kapani’nin belirttiği gibi, “Genel seçimlerde beliren sonuç ‘milli irade’ değil, fakat ‘seçimlerde oy kullanmış seçmen çoğunluğunun siyasal tercihi’dir”.
Son olarak, bu yazı asla Cumhurbaşkanı halk tarafından seçilsin, yarı başkanlık sistemine geçilsin, vb. konularını gündeme getirmeye çalışan bir yazı olarak algılanmamalıdır. Öte yandan, SHP’nin başlattığı “Cumhurbaşkanı’nı Halk Seçsin” kampanyasının da gerekçesinin, bu yazıda da dile getirilen problemler olduğunu da belirtmek gerekir. Hal böyleyken CHP ne yapacaktır? Sorulan soru yine budur. Umarız beklediğimiz cevap çok geç olmadan gelir.

Sol, Bir Bahar Akşamı mıdır? / Özgür Mumcu


Solu güzel bir şarkı, ulaşılmaz bir sevgili, düşlerimize karışmış şahane bir bahar akşamı gibi tahayyül ediyoruz nicedir. Memlekette sol ya da sol benzeri her hangi bir şey olmadığından çoktandır, iyiden iyiye bir masal kahramanı oldu çıktı sol. Ecevit’in ölümünün çağrıştırdığı biraz da bu olsa gerek. Yani yetmişlerin sonlarına doğru, bu ülke ölmeden biraz önce, kara kuru bir adamın verdiği maviliktir Ecevit’in bugün gördüğü ilgi. Yoksa, Ecevit’in iktidarda yaptıkları değil.
Yaptıklarıyla değil yapmadıklarıyla. Ecevit’in dramı bu olsa gerek. El yordamıyla başka bir düzenin de kurulabileceğini hissettirmek insanlara. Ya da bunu zaten hissetmeye başlayanların, bir şeyleri değiştirmek için başlarını kaldırdıklarında orada olması. Ama sonrası malum. Kaldıramayacağı bir yükün altına giren insanların beceriksizliği ve çırpınmasıyla darmadağın olan bir ülke.
Ama işte her şeye rağmen, uzun süredir yüreklerine hiçbir duygu uğramamış sert aile babalarının, bir gün ilk aşklarının sokağından geçerken aniden burunlarının sızlaması gibi bir şey oldu. Her duygusunu ve ümidini kaybetmiş bir ülkenin insanlarıyız. Bir an belki Ecevit’in ölümüyle, her şey farklı olabilirdi diye düşündük kim bilir.
Bu sitede yanıt aradığımız sorulardan biri de, sola ne olduğu. Belki de solun ne olduğunu sormalıyız biraz da. Bilimsel sosyalizm çökeli beri yeni suyolları arıyor sol. Bir gün küreselleşme karşıtı hareket oluyor, bir gün Blair’in üçüncü yolu. Bir sabah kalkıyoruz ki, Deniz Gezmiş’i Nazım Hikmeti kendine bayrak yapan yayın organları, Kemal Kerinçsiz gibilerine Gandi ödülü veriyor. Sol diye önümüze, hayalperest bir yeni hippi hareketi, liberalizmin uslu çocuğu ya da saldırgan bir milliyetçilik sunuluyor. Yolunu solda devam ettirmek isteyenler de, istemeden aile şirketinde görev almış sıkıntılı genç adamlar gibi yılgın bir mecburiyetten mustarip, felaket durumdaki şirket bilançosuna bakıyor. Şirketin iflasının utancı ile artık bir yükten kurtulmanın gizli rahatlamasıyla.
Uzun lafın kısası, sol biz o gelsin istiyoruz diye gelmeyecek. Solu yeniden yaratmak zamanı, eski hatıralarının hissettirdikleriyle harmanlayarak. Hep söylenir ya, haksızlıklar bitmeden sol da bitmeyecek diye. Bir de buna inanarak.
Işık yerelden yükselecek diye yazmıştı Ulaş Bayraktar. Sitenin arşivlerinde bulabilirsiniz o yazıyı. Sanırım solu bu yerel dinamik tanımlayıp tekrar ayağa kaldıracak. Nasıl yerel kongreler İstiklal Savaşı’na hazırladıysa bir zamanlar bu toprağı. Hem de belki hiç hoşumuza gitmeyecek şekilde belirecek bu sol yerelden. Belki taşranın ahlak anlayışı ile yoğrulacak. Ama işte bu olacak memleketin solu. O zaman işte, ilahi bir görev yüklenmiş gibi solcu olmaktan kurtulacak, o yerelde kimsenin umursamadığı adamlar.
Şahane bir bahar akşamını bekler gibi sol beklenmez. Bir siyasi görüştür eninde sonunda, aşk şarkısı değil. Kilise azizleri gibi, bazı insanları duayla karışık anarak; bazı şarkılarda gözleri dolarak, içlenerek erişilmez sola. Çünkü zaten bitti o sol. Dünyada yavaş yavaş can verdi, Türkiye’de boğazladılar ayaklarını bağlayıp.
Her dönem kendi solunu yaratır. Yepyeni bir dönemdeyiz. Yeniden yaratılıyor sol ağrılar içinde. Çıkacak olan bambaşka olsa da, sahiplenecek miyiz? Kızına, gizliden gizliye ilk aşkının adını koyan o sert aile babaları gibi.