Yeni Söz

2.6.07

Kimi Bağlar / Özgür Mumcu

Sol’da ortak aday çıkarma projesi nihayet İstanbul ikinci bölgeden Prof. Dr. Baskın Oran’ın adaylığıyla somutlaştı. Yüzde on barajı kerpeteniyle boğulan demokrasimiz için olumlu bir gelişme olduğu açık. Amaç siyasi İslam ile otoriter devlet anlayışı arasında bir üçüncü yol açmak ve etkili bir iki milletvekiliyle Meclis’te yeni bir ses oluşturmak, TIP deneyimini kaldığı yerden devam ettirmekse ne mutlu.

Çıkış sebebi ancak saygıyla karşılanabilecek ve kısır siyaset dünyamızı bir nebze yeşertebilecek bu hareketin başarısız olma ihtimali çok yüksek.

Yüksek çünkü, seçilen adayın niteliği solun içine düştüğü açmazı da göstermekte. Baskın Oran’ın öne çıkan niteliği, ifade özgürlüğü ve azınlık hakları savunuculuğu. Elbette, bu niteliği kendisini solda gören herkesin paylaşması beklenir. Garip olan, Oran’ın sol namına başka bir niteliğinin bilinmemesi. İfade özgürlüğünü ve azınlık haklarını savunmanın solda sayılmak için tek başına yeterli olduğu anlayışı iyiden iyiye yerleşmeye başladı. Oysa medeni ve siyasal hak ve özgürlükleri savunmak solun tekelinde değil. Kaldı ki, Oran da AKP hükümetinin insan haklarındaki kimi açılımlarından memnuniyetini belirtip, böyle devam ederlerse oyunu AKP’ye verebileceğini ifade etmişti bundan yaklaşık iki sene önce. Gerçi belli olmaz, Ankara’da ikamet ettiğine ve İstanbul adayı olarak kendine oy veremeyeceğine göre, yine oyunu AKP’ye vermesinde bir sakınca yok.

Tabidir ki, liberal bir insan hakları savunucusunun bağımsız bir aday olarak desteklenmesinde de bir mahsur yok. Ama CHP’yi sol siyaset gütmüyor diye eleştiriyorsak, aynı şekilde aday seçiminden dolayı ortak aday hareketini de eleştirebilmeliyiz.

Gerçi tüm bunlar ne bu hareketin ne de Prof. Oran’ın suçu. Memlekete tasallut etmiş genel optik kaymasına borçluyuz bu garip neticeyi. Merkez solun müesses nizamı, siyasal Islamın Avrupa Birliği’ni, Cem Uzan’ın da ezilmişleri sahiplendiği bir memleketteyiz. Ortak aday Oran’dan da insan hakları savunuculuğu dışında dişe dokunur sol bir proje beklemek, ona haksızlık olacaktır. Kaldı ki, hiçbir siyasi partinin ekonomi programı hakkında da bir bilgiye sahip değiliz. Sonuçta Ecevit’in Derviş’inin programını Erdoğan’ın Babacan’ı devam ettirdiyse, onunkini de herhangi birinin herhangi bir adamı devam ettirebilir.

İktisat artık siyaset alanından çıkmıştır. Siyaset yapılabilen tek alan artık kimlikler alanıdır.

Bu noktada, Türkiye’de ismi azınlık ve insan haklarıyla birarada anılan Oran’ı aday göstermek şık bir hamledir ancak sol bir hamle değildir. Meclis’te bir siyaset esnafı eksik, onun yerine de Oran olacaksa ne güzel. Ama sadece güzel, sol değil.

Zaten sol, bağımsız aday olmak için partisini bırakanlarla ya da ifade özgürlüğünü savunmayı solcu olmaya tek başına yeterli sayanlarla değil, o parti kongresinde yenilen genç ve örgütçü isimlerle tekrar kurulmalı.

Her şey İdris Küçükömer’e yaslanarak izah edilemez. Yoksulların AKP’ye oy vermesi AKP solcudur anlamına gelmez. CHP’nin bürokratik ve militer eğilimleri, AKP’yi ilerici ve solcu bir güç yapmaz. Salt bürokratik ve militer statükoya karşı çıkmak da solcu olmaya yetmez. Bu sadece demokrat olmanın gereğidir. Demokratlık sıfatının yanına solu da eklemek için medeni ve siyasi hakların yanına sosyal ve ekonomik hakları da eklemek gerektiği açık.

İfade özgürlüğünü ve diğer demokratik siyasi hakları etkin bir şekilde sağlamanın yolu, iş hakkını, sosyal güvenlik hakkını, barınma hakkını da savunmaktan geçer. Kaldı ki, yoksulun ifade özgürlüğü de budur ancak.

Sol demokrattır ve ezilenlerden yanadır. İkisi birden. Salt birine ağırlık veren topallar.

Demokrasi üzerindeki askeri vesayetten şikâyet edenler, sol üzerindeki vesayetlerini kaldırmaya hazır olmalılar. Birbirlerini aday göstermek yerine, keşke hep beraber, ciğerleri kurum dolu Zonguldaklı bir işçiyi ya da bir tekstil atölyesi çalışanını aday gösterselerdi. Nedir yani, halk buna da mı hazır değil? Laikliği illa generallerle bürokratlar, sosyalizmi de profesörler mi kurtaracak? Geri kalanına da halk diyoruz, onunla da her yerde örgütlü MHP, GP ve AKP ilgileniyor.

Gardırop Atatürkçülüğü, salon sosyalizmi. Bu iki düşman kardeş ulusalcı/liberal ortaoyununa devam ededursun. O Zonguldaklı işçi ile tekstil atölyesi çalışanı oy vermek için sadece daha mı Türk daha mı Müslüman olduğunu sorguluyor kendi kendine. Ona başka seçenek veremeyenler girin Meclis’e bağımlı ya da bağımsız. Kimi bağlar ki?

1.6.07

Seçim barajı niye düşmez? / Burak Cop

Stein Rokkan adında, siyaset bilimi literatürüne geçmiş bir yazar vardır. En bilinen önermesi de seçim sistemlerinin değişimini açıkladığı ve kendi adıyla anılan hipotezdir. Özetle demiştir ki Rokkan; 20. yüzyıl başında Avrupa’da görülen seçim sistemlerini değiştirme furyasının ardında işçi sınıfı partilerinin yükselişi yer almaktadır. Genellikle tek sandalyeli olan belirli bir seçim bölgesinde en fazla oyu alan partinin milletvekilliğini kaptığı eski sistemin, yani çoğunlukçu sistemin, genel oy hakkının devreye girmesinin ardından sosyalist partilerin meclisi istila etmesine yol açacağını kestiren müesses nizam partileri silinip gitmemek için orantısal temsil (O.T.) sistemine geçmişlerdir.

O.T. ilke olarak meclisteki sandalye dağılımının seçimlerde alınan oy miktarıyla orantılı olmasını, yani bir başka deyişle temsilde adaleti öngörür. Burjuva partileri yüzyıl başında bu daha adil sisteme geçerek sosyalist ve komünist partiler karşısında varlıklarını koruyabildiler. O.T. dünyada en yaygın biçimde uygulanan seçim formülüdür. Türkiye’de de uygulanmaktadır. Türkiye’de kullanılan O.T. varyasyonu D’Hondt sistemi olup, O.T. familyasının görece büyük partileri kayıran bir mensubudur, ama son tahlilde orantısaldır işte… Bizde ise D’Hondt, üzerine yüzde 10 barajı konularak uygulanmaktadır ki böylece bu sistemi de kuşa çevirmeyi, kendimize benzetmeyi bilmişizdir. Daha doğrusu Marmaris’te mukim eski cunta lideri ve arkadaşları bilmiştir. Ama askeri rejimi müteakip sivil iktidarlar da yüzde 10 barajına dokunmamıştır. Habis oldukları için mi? Tam değil aslında. Bunun cevabı da Carles Boix adlı bir başka siyaset bilimcide.

Rokkan’ın yukarıda özetlediğim hipotezini geliştiren Boix şu sonuçlara varır: Bir ülkede iktidarın seçim sisteminde reforma gidip daha adil bir seçeneği tercih etmesi, seçim arenasındaki değişimlerden olumsuz etkileneceğine hükmetmesine bağlıdır (burada ‘seçim arenasındaki değişim’den kastedilen; seçmen yapısı ve tercihlerinin değişmesi, dolayısıyla yeni partilerin güçlü iktidar alternatifi olarak ortaya çıkmasıdır). Bu durumda mevcut seçim sistemiyle ilk seçimlerde sandıktan silineceği korkusu duyan güçlü parti, gücünün bir kısmını dahi olsa koruyabilmek için daha adil bir sistem getirir. Boix’e göre iktidar partisi yükselen yeni partiye rağmen, eğer ki bu yeni partiden hoşlanmayan seçmenlerin toplanma noktası olacağını sezerse seçim sistemine gene dokunmaz. Hele ki bir de ortaya çıkan yeni parti(ler) kendisini tehdit etmekten uzaksa, hiç istifini bozmaz.

İşte bu yüzden AK Parti’nin de CHP’nin de yüzde 10 barajını düşürme/yok etme gibi bir derdi yok. Alternatif siyasi oluşumlara bakıyorlar, iktidarı/ana muhalefeti ellerinden almaya güçlerinin yetmeyeceğini görüyorlar, sisteme dokunmuyorlar. Mevcut sistemle seçime gidilmesi hâlinde (ki öyle olacak 22 Temmuz’da), sandalyeleri gene rahat rahat süpürecekleri hesabını yapıyorlar. Siz onların yerinde olsaydınız kendi boyunuzu kısaltır mıydınız?

Ama söz konusu cennet vatanımız olunca, teorinin de zırt dediği noktalar oluyor. Ulusal çapta yüzde 10’luk bir baraj uygulayarak siyaset bilimi literatürüne geçen ülkemiz, yeri geliyor Boix hipotezini de yanlışlıyor. Rahmetli Bülent Ecevit liderliğindeki koalisyonun paldır küldür 3 Kasım 2002 seçimlerine gitmesi örneğinde görüldüğü gibi. Hadi seçim kararı aldınız, yaptınız bir hata. Yüzde 10 barajının altında kalacağınızı da mı öngöremediniz? 5 yaşındaki değil belki ama 7 yaşındaki bir çocuk bile olası bir seçimde koalisyon partilerinin meclis dışı kalacağını 2002 yazında tahmin edebilirdi. Zaten seçim gecesi Ecevit de söyledi ya kameralara, “kendi kendimize intihar ettik” diye (intiharın başka türlüsü olmaz tabii, dili sürçmüştü).

Acaba Boix de mi bir hata var, Türk siyasetinde mi? Belki de Genç Parti çok hızlı yükselmişti (Şu aralar da yükseliyor, “ezilenler iktidara gelecek” diyor mesela. Geçenlerde de bir şaka e-maili aldım, Cem Uzan “hamilelik 3 aya inecek” diyordu).

Tabii burada Türk siyasetinin ne kadar irrasyonel olduğuna dair daha birçok espri patlatabilirim. Ama şakayı bir kenara bırakmak gerekirse, nelerin nasıl olduğunu hiç kimsenin anlayamadığı o 3 Kasım öncesi dönemde, acaba baraja dokunulmamasını başka “güçler” mi sağladı? Kürt partisinin meclise girmemesi için mesela… Elimde hiçbir veri, hiçbir kanıt yok, ama bir muz cumhuriyetinde bile hükümet öyle bir karar almazdı, o kadarını söyleyebilirim. Sezgilerim dürtüyor. Bakın Eric Jan Zürcher bu “sezgi” konusunda ne diyor: “…bir yabancı, Türk tarihini “yaşamış” olan birine gelen derin, kimi zaman sezgisel kavrayıştan yoksun olma durumundadır”. Ben ise yerliyim elhamdülillah…