Yeni Söz

4.5.07

Macera-Gerilim Senaryosu Nasıl Yazılır? / Sinan Altunç

Ülkenin eşsiz gündemi ile ilgili yazı yazmaya koyulduğunuz vakit, hangi meselenin daha önemli olduğu, hangisinin geriye bırakılabileceği hususunda tercih yapılması elbette çok güç hale geliyor. Öyle ki, aynı gün içerisinde, Anayasa Mahkemesi, TBMM’nin Cumhurbaşkanlığı seçimi ile ilgili işleminin yürütmesini durduruyor, akabinde Hükümet, ekranlardan, aldıkları erken seçim kararını ve hatta Cumhurbaşkanı seçimiyle ilgili tercihini açıklıyor, bu esnada 1 Mayıs’ı kutlamak için meydanlara çıkan insanların kafalarına kafalarına vuruluyor. Bu kadarla da kalmayıp geçen hafta sonunda verilen muhtırayı ve 1 milyondan fazla yurttaşın Çağlayan meydanına sığamadığı gerçeğini de hesaba katarsak, değme macera-gerilim filmlerine taş çıkartacak bir senaryoyla karşı karşıya kalmış olduğumuz aşikar.
Elbette bu kadar mesele, bir sürü yazıya malzeme çıkaracak nitelikte. Ancak ben aciliyet taşıdığını düşündüğüm muhtıra niteliğindeki açıklama ekseninde hareket edeceğim.
Bu konudan bahsederken kendime çeşitli çıkış noktaları belirleme niyetindeyim.
Öncelikle askerin davranışı üzerinde durmanın gerekli olduğuna inanıyorum. Öncelikle, asla bir askeri müdahale taraftarı olamayacağımı, bu tip meselelerin sivil toplum içerisinde çözümlenmesinden yana olduğumu söylemem lazım. Bu bağlamda, rejimi korumak adına çareyi askeri müdahalede görenlerin fikrine katılmam mümkün değil. Hatta, güçlü bir halk hareketi başlamışken muhtıranın bu demokratik tepkiyi gölgede bıraktığını dahi düşünmekteyim. Öyle ki, tepkinin yöneltildiği çevrelerin eline bu suretle bir koz verildiği endişesini taşıyorum.
Meseleye Hükümet açısından da baktığımda ise, açıkçası net bir görüntüyle karşılaşabildiğimi söylemek çok zor. Bunun sebebi, iktidar partisinin destek aldığı çevrelerin davranışlarındaki tutarsızlık. Bilindiği üzere, iktidar partisi ve bu partiye sempati duyanlar bakımından sık sık referans olarak gösterilen demokratikleşme ve serbest piyasa ekonomisine tam destek verme kavramlarının, AKP’yi sadece islamcı kesimde değil, liberal kesimde de önemli bir noktaya taşıdığı gerçektir. Ancak, gerçek anlamda demokratikleşmenin de, önemli bir halk hareketinin ardından “bindirilmiş kıtalar” teriminin kullanılması veya 1 Mayıs’ı kutlamak isteyenlere karşı, en hafif tabirle ölçüsüz şiddet uygulanması elbet sorgulanması gereken hususlardır. Elbette, bu çevrelerin tutarsızlığından bahsederken, demokratikleşme konusunda samimi olduklarını varsaymaktayım; aksi durumda, tutarsızlıklarından bahsetmek tabi ki gereksiz olmakta.
Ancak, iktidarın bu tutarsızlığı veya çelişkisi, askerin yukarıda belirttiğim "demokratik tepkiye gölge düşürme" meselesi sebebiyle göze batmıyor. Zira, iktidar bunu çok kurnazca kullanıp, meydanlara çıkanları darbecilikle özdeşleştirebilirken, kendi anti-demokratik tutumlarını gözden uzak tutabiliyor.
Bu olan biten arasında, CHP’ye baktığımızda, onun da pek olumlu yönde hareket ettiğini söyleyemiyorum. Bana göre, CHP’nin köklü bir parti olması, onun açısından hem olumlu hem de olumsuz neticeler doğurabiliyor. Elbette olumlu yan, bir geleneğe sahip olması. Ancak, bu durumun partinin dinamizmini etkilediğini ileri sürmek de gerçeğe olmayacak sanırım. Bunun örneğini çeşitli defalar gördük. Özellikle, AKP’nin süratli şekilde kararlar alabilmesi ve değişik politikalar üretebilmesi karşısında, CHP üzerindeki atalet ile devamlı savunma ve inkar pozisyonunda kaldı. Diğer bir deyişle, halkın gözünde sorunlara herhangi bir şekilde çözüm üretemeyen, hatta üretenleri de kösteklemek isteyen bir oluşum konumuna geldi. Tabii burada, AKP’nin ortaya koyduğu politikaların iyi veya kötülüğü ayrı bir tartışma konusudur. Ancak, bu durum CHP’nin ağırkanlılığını açıklamaya yetersiz kalmaktadır.
Netice olarak, adını andığım üç aktörün de son gelişmelerde önemli paylarının olduğu düşüncesindeyim. Toplumun demokratik uyanışına tanık olmaya başladığımız son günlerde, bahsettiğim müesseselerin de bu uyanışına kulak vermesi en büyük dileğimdir.

3.5.07

Yarı-Genelkurmay Başkanlığı Sistemi- Ulas Bayraktar

27 Nisan gecesi bir kez daha gördük ki, TSK ülkemiz siyasetindeki rolünden vazgeçmeye pek niyetli değil. “Artık darbe, müdahale olamaz, geçti o günler; ABD’ne, Avrupa Birliği'ne rağmen böyle bir işe girişemezler” diyenlere nanik yaparcasına, muhtıralarını ellerini titretmeden yayınladılar. Tabii bunu muasır medeniyetten ne derece faydalandıklarını gözler önüne serercesine internetten kotararak, siyaset bilimi literatürüne post-modern darbeden sonra, elektronik darbe mevhumunu da kazandırdılar. TSK'nın bu yenilikçi (innovatör) boyutunun küçümsenmemesi gerektiğini teslim etsem de, bu yeniliklerin artık müdahale teknolojilerinden, biraz da siyasi sisteme dair yeniliklere evrilmesi gerektiğini düşünüyorum.

Siyasi tarihimizin göstermiş olduğu gibi, aziz milletimiz ve siyasi elitimiz ordu kışlalarına döndüğü anda kendi bildiğini tekrar okumaya, yanlışlarını inatla tekrarlamaya başlamakta, bu da müdahaleleri periyodik olarak zorunlu kılmaktadır. Müdahale etmekte bir sorun olmasa da, her girişimden sonra TSK'nin demokrasiye zarar verdiği iddiaları vatansever paşalarımızın keyfini kaçırıyor olmalı. Oysa bu periyodik demokrasi krizlerinde suçu orduda arayacağımıza belki de demokraside aramaya başlamamız gerekmekte. Artık kabul edelim ki, klasik Batı kökenli temsili demokrasi halkımıza bol gelmekle birlikte, milletin ordusu ile bölünmez bütünlüğüne dar gelmektedir. Bu sorunu muhtıra, darbe gibi palyatif önlemlerle çözmeye çalışacağımıza, bence yeni bir demokrasi anlayışı geliştirmeye çalışmalıyız. Benim naçizane önerim, siyasi alandan gözünü alamayan ordumuzun bu ilgisinin bir takım düzenlemelerle siyaseten meşrulaştırılmasına çalışmak.

Bu, örneğin genelkurmay başkanının şahsında gerçekleştirilebilir. Gerçekten de, neden cumhurbaşkanının doğrudan halk tarafından seçilmesi ciddi ciddi tartışılabiliyor da, genelkurmay başkanınınki hiç akla gelmiyor?

Düşünün, Yüksek Askeri Şura toplanmış ve orgeneraller arasından birkaç ismi genelkurmay başkanı adayı olarak belirlemiş. Bu adaylar daha sonra belli bir kampanya dönemi boyunca siyasi düşüncelerini halkla paylaşmışlar; laikliği nasıl yorumladıklarını, AB hakkında ne düşündüklerini, Kürt sorununun nasıl çözülebileceğine inandıklarını vb. halka uzun uzun anlatmışlar. Sonunda da halk bu makam için siyaseten uygun gördüğü ordu komutanını sandıkta belirleyerek, onun müstakbel siyasi müdahalelerini de baştan meşru kılmış. Böylelikle, zamanı gelip de genelkurmay başkanının mecbur olacağı balans ayarları, hatırlatmalara karşı da kimse “efendim, demokrasimiz yara almıştır”, “bilmem kaç sene geri gidilmiştir” gibi ipe sapa gelmeyen suçlamalarla paşalarımızı rahatsız edemez.

Hatta böyle bir düzenlemeyle 1982 anayasasının cumhurbaşkanına biçtiği rol de genelkurmay başkanının şahsında meşru bir şekilde yerine getirilebileceği için, bu makama da gerek kalmayacaktır. Bu sayede kronik cumhurbaşkanlığı seçim krizinden de kurtulmuş olarak, bir taşla iki demokrasi ayıbı kuşunu vurmuş olabiliriz. Cumhurbaşkanlığını kaldırıp, onun rolünü genelkurmay başkanına vererek, batı sistemlerinin dayattığı parlamenter, başkanlık, yarı başkanlık sistemlerinin ötesine geçip, yarı-genelkurmay başkanlığı sistemi ile hem periyodik siyasi krizlerimizden kurtulmak, hem de milletimizin orduyla bölünmez bütünlüğünü meşru siyaset alanında, ele güne karşı utanmadan koruyup geliştirmemiz mümkün olabilir.

Neden bu millete bol, TSK'ya dar gelen klasik demokrasi çerçevesinde ısrar ediyoruz ki ? Kendimize güvenip, kendi sistemimizi kendimize göre biçelim. Hem biz rahat edelim, hem de siyaset biliminin asırlık kavram ve sistemleri şöyle bir sarsılsın!

Derdim Çoktur Hangisine Yanayım / Özgür Mumcu


İçinden Matruşka bebekleri gibi kriz üzerine kriz çıkan, tuhaf bir siyasi ortama girdik. Kutlu olsun. O kadar çok yazılıp çizildi ki bu konuda, aslında güneş altında söylenecek söz de kalmadı. Demokratik ve laik cumhuriyetimiz geldiği noktada artık ne demokratik ne de laiktir. Bu iki sıfattan da esintiler taşıyan ama ikisiyle de nitelendirmeyi hak etmeyen, garip bir memlekette yaşıyoruz. İçinde bulunulan durumun bir analizini yapmak hem zor hem de kolay. Zor, çünkü Türkiye’nin sistemsel ve toplumsal tüm sorunlarını ele almak gerekiyor. Kolay, çünkü tüm bu sorunların altında yatan bir tek kavram var. Otoriterlik.
Demokratik değil
Söylene söylene dillere pelesenk olmuş, lider sultası nedeniyle siyasi partiler demokratik bir yapıya sahip değil. Seçim barajı nedeniyle meclisin demokratikliği şüpheli. Hükümet iktidar azgınlığından mustarip. Muhalefet siyasi proje üreterek beceremediğini, taktik siyasi manevralarla yapmayı marifet saymakta.
Askeriye ise laikliği muhtıralarla koruyacağını sanarak, az gelişmiş demokrasimize darbe vurmakta çekinmemekte.

Laik değil
Okullarda devlet eliyle zorunlu Müslümanlık dersi veriliyor, imamlar devlet memuru. Meclis başkanı cumhurbaşkanına dindar olma koşulu getiriyor, başörtüsü devlet atamalarının neredeyse olmazsa olmazı haline gelmek üzere.
Ne o vakit?
Otoriter... İslamcısı, laiklik yanlısı her siyasi kesim, rakibi üzerinde kesin bir tahakküm uygulama arzusunda. Halk kitleleri meydanları doldurmuş, Anayasa Mahkemesi karar almak üzereyken muhtıra vermeyi, kim nasıl açıklayabilir? Darbe yapılacaksa, şeriat gelirse yapılır. Yok, adım adım geliyor diye bir kaygı varsa, onunla da Tandoğan’ı, Çağlayan’ı dolduran kitleler ilgilenmektedir zaten. Halk muhalefetinden rol çalmaktır askeriyenin yaptığı. Orduya ihtiyacı olmadan, insanların siyaset yoluyla iktidarı zorlayabileceklerini görmek acaba sadece hükümeti mi rahatsız etmektedir? Hiçbir halk denetimine tabi olmayan, laiklik konusunda 12 Eylül nedeniyle sabıkalı bir kurumun verdiği muhtıra, meydanları dolduranların sivilliğine, Anayasa Mahkemesinin tarafsızlığına da verilmiştir.
Otoriter... Hükümet, kibirli tavırlarla cumhurbaşkanlığı seçimini tek taraflı bir irade beyanına bağlamak istemiştir. Bu merkez sağın klasik hastalığı olan millet iradesi fetişiyle açıklanabilir. Arkaik bir demokrasi anlayışıdır bu, ana ilkesi de “oyun çoğunu alan düdüğü çalar, gerisine de nanik yapar” diye özetlenebilir. Anayasa Mahkemesi başta olmak üzere yüksek yargıdan, özerk kurumlardan ve muhalefetten fazla hazzetmez. DP’den beri siyaset anlayışı budur.
Başbakan Erdoğan’ın, cumhurbaşkanını halk seçsin hamlesi de aynı eksendedir.
Çıkış yolu basit. Batı tipi demokrasi. Yani askerin durumdan vazife çıkartmadığı, iktidarların millet iradesinin ardına saklanarak diktatörleşmediği, muhalefetin de siyasi proje ürettiği bir rejim. Bizim memlekete daha uğramadı bu rejim. Uğrar mı? Şayet cumhuriyet mitingleri, darbeye de karşı olduğunu daha gür bir sesle haykırır, hükümet başkanlık sistemine bir ayda kimseye sormadan geçmek yerine diyalog yolunu seçer, muhalefet kilit değil anahtar rolünü üstlenir ve ordu da susarsa belki… Kırk yıllık Yaniler, bu olmazsa memleketi kaybedeceğimize kani olurlar mı? Soru budur, cevabı da henüz yoktur.
Ama ölülerini anmaya gelenleri tüfek dipçiğiyle saatlerce döven bir ülkede yaşıyoruz hala. Otoriterlik geleneğinin kırılacağı yok. Bu kırılma olmazsa da, yukarıda belirtilen sebeplerden ötürü ne demokrat ne de laik olmak mümkündür. O polis tüfeğinin dipçiği, rejimimizin niteli
ğini de belirliyor.

Muhtıra ve kaypaklık / Burak Cop

“Darbeye karşıyız ama…”. Hayır kardeşim, karşı falan değilsiniz. Darbeye böyle karşı olunmaz.

Ah necip Türk basını ah… Bendeki de ne saf beklentiymiş, ne fantezi… Paralı kanallarda seks filmlerinin çoktan dönmeye başladığı saatlerde internete düşen muhtıra sonrası komik hayaller kurmaktan kendini alamamıştı aklım. “Ne 12 Eylül’ün, ne de 28 Şubat’ın Türkiyesi’ndeyiz. Türkiye aynı ülke değil artık. Medya tepkisini gösterecektir buna. Hayır, tabii ki tüm medya değil. Tüm köşe yazarları değil. Ama gazetelerin manşetlerinde ‘Ooo şu işe bakın. Kriz de pek büyüdü hay Allah’ tarzı haberler yer alsa da, insana ‘bir şeyler değişmiş bu memlekette’ dedirtecek kadar anlamlı sayıda köşe yazarı kayıtsız şartsız tavır alacaktır muhtıraya” diye düşlemiştim. Evet, sahiden de düşmüş bu, ham hayalmiş.

“Darbeye karşıyız ama…”. Amma da karşısınız! Çıkartsanıza ağzınızdan baklayı. Ya da sizin yerinize ben çıkarayım isterseniz: “Darbeye karşıyız ama İslamcılara karşı yapılırsa destek veririz. Gerçi realist olmak gerekirse Türkiye’de rejimin İslamileşmesi gibi bir tehlike yok ama ordu da dişini göstersin neme lazım. Periferi merkeze aktı akacağı kadar, Cumhurbaşkanlığı da biz beyaz, hatta bembeyaz Türklerin içine sindireceği bir kişiye yar olsun... Mesela karısının başı açık olsun. Sardılar zaten dört bir yanımızı. Eskiden uçaklarda, alışveriş merkezlerinde, gittiğimiz ‘restaurant’larda başı kapalı insanlar mı vardı? Bizim gençliğimizde üniversitelerde türbanlılar mı vardı? Gerçi örtünen gene örtünürdü ama köyünde, kasabasında kalırdı. Bizim yaşam alanlarımızda boy göstermezdi. Şimdiyse halk plajlara hücum etti, vatandaş denize giremiyor”.

“Darbeye karşıyız ama…”. Bu yaklaşımla söylediğiniz çoğu şeyde haklısınız, size ben de hak veririm. Ama öyle bir noktada da öylesine haksızsınız ki, öncesindeki bütün argümanlarınız buruşup çöpe gidiyor. Nasıl mı?

Cumhurbaşkanı, Meclis Başkanı ve Başbakan’ın aynı çizgiden gelme insanlardan oluşması Türkiye fotoğrafını yansıtmazdı, daha ılımlı bilinse de Gül de nihayetinde Erdoğan’la aynı kökeni paylaşıyor, farklı bir aday daha uygun olurdu diyorsunuz. Haklısınız. Hem 367 şart değil deyip hem de bu sayıya ulaşmak için seviyesiz manevralar yapılmamalıydı diyorsunuz. Haklısınız. AKP 4 yılı aşkın süredir iktidarda, ‘merkez’e yaklaşma çabası içinde ama laik hassasiyetleri kabarık vatandaşlara yeterli güveni veremedi diyorsunuz. Haklısınız. Bülent Arınç aba altından sopa gösterdi, “dindar Cumhurbaşkanı” isteyerek saçmaladı, her şeyi mahvetti diyorsunuz. Kesinlikle haklısınız.

Peki zurnanız nerede zırt diyor biliyor musunuz? Onu da izah edeyim. Yukarıda bahsedilenler egemen siyasetin, egemenlerin siyasetinin pespaye halleri. Türkiye’ye “yakışan”, bu ülkeye “giden” manzaralar. Ama ne olursa olsun “oyun sahası”nın içinde cereyan eden kayıkçı kavgaları bunlar, kurallar dahilinde… Ancak muhtıra öyle değil. Muhtıra sözün bittiği, siyasete “oyun bitti” düdüğü çalınan nokta. Bu düdüğü halkın vergileriyle alınmış silahlarının sağladığı güce dayanarak çalan, ancak siyasetçilerin aksine, “tasarruflarından” ötürü sandıkta veya başka bir yerde halka hesap verme durumunda olmayan bir kurumdan söz ediyoruz. Siyaseti “siyaset dışı siyaset”ten ayıran da bu nüans işte; “mesuliyet” der eskiler, ecnebilerse “accountability”.

Ama siz bunu göz ardı ediyorsunuz. Dahası, belki henüz 28 Şubat’taki kadar yaltaklanmadınız ama, siyaset üzerindeki askeri vesayeti bir “veri” kabul ediyorsunuz. İçselleştirmişsiniz bunu. Ertuğrul Özkök’ün satırlarındaki gibi. “21’inci yüzyılda yine bir askeri balans ayarı ile karşı karşıya kalmamız, biz siviller için kötü bir sınav oldu” diyor Sayın Özkök. Sınav benzetmesi aslında her şeyi açıklıyor. Siviller öğrenci, askerler öğretmen; mantık bu. “Sınavda” kötü not aldıysak bu bizim suçumuz. Tıpkı “hakem yanlış kararlar verdi, tahrik olan seyirciler sahaya atladı” gibi. Ya da “sözlü tacize karşıyız ama gecenin bir vakti tekinsiz bölgelerde mini etekle de dolaşılmaz ki canım”…

Olmadı.