Yeni Söz

6.6.07

Bağımsız sol adaylar girişimi ve bir umut / Mehmet Karlı

Özgür’ün bağımsız sol adaylar girişimi ile ilgili yazdıkları arasında katıldığım noktalar olmakla birlikte, bu girişime daha olumlu yaklaşılması gerektiğini düşünüyorum. Bu girişim değerlendirilirken içinde doğmuş olduğu manzara-i umumiyenin daima göz önünde bulundurulması gerekir. Bu manzara hem ülkenin genel siyasi şartlarını, özellikle de ülke solunun halini, hem de bu hareketin içine doğduğu örgütsel yapıyı kapsar. Unutulmaması gereken husus bu girişimin bir anaakım siyasi oluşum olmadığı ve herşeyden önce bir tepki hareketi niteliği taşıdığıdır. Yeterli kitlesel desteği ve örgütsel gücü olmadığı için bu girişim müstakil ve proaktif olarak bir gündem yaratabilmek ve dolayısıyla ülke genelindeki siyasi tartışmanın parametrelerini tanımlamak imkanından mahrumdur. Bir tepki hareketi olmasından ötürü bu girişime asıl rengini ve şeklini veren de karşısında tepki olarak doğduğu ana harekettir; adlı adınca konuşalım cumhuriyetçi soldur.

Manzara-i Umumiye

Bugün Türkiye’de kendini solda tanımlayan hareketleri üç gruba bölebiliriz: Cumhuriyetçi Sol, Özgürlükçü-Kozmopolit Sol ve Komünist Sol. Bu gruplandırma içinde CHP birinci kategoriye girerken, bağımsız sol adaylar girişimi de ikinci grupta yer alacaktır. Bu gruplar içinde hiç tartışmasız ki anaakımı CHP ve onun temsil ettiği cumhuriyetçi sol temsil etmektedir. Bağımsız sol adaylar girişimi de herşeyden önce cumhuriyetçi solun öne sürdüğü bazı politikalara tepki olarak gelişmiştir. Bu tepkilerin özellikle de siyasi-medeni haklar dairesinde gelişmesi normaldir; çünkü ülke gündemine asıl şekil verme imkanı olan cumhuriyetçi sol, laiklik, ülke bütünlüğü, azınlıklar gibi konuları sağ ve sol arasındaki ayrımın ana parametreleri haline getirmeye çalışmaktadır. Sağ-sol ayrımının bu konular üzerinde yapılması büyük oranda işine gelen siyasal İslamcı hareketin de işine gelmektedir. Dolayısıyla, böyle bir genel siyasi söylemin içine doğan ‘bağımsız sol adaylar girişiminin’ de medeni-siyasi haklara ilişkin tezlere ön sıralarda yer vermesi tamamen bu hareketin müstakil bir tercihinin sonucu değildir.

Bu aşamada akla gelen bir diğer soru da cumhuriyetçi solun ekonomik-sosyal haklar konusundaki sessizliğinin veya bu konulara gündeminin ön sıralarında yer vermemesinin neden tepki doğurmadığıdır. Aslında özgürlükçü-kozmopolit solun bu konuya tepki duymadığını söylemek kanımca doğru olmayacaktır. ‘Bağımsız sol adaylar girişimi’ içinde adları geçen Ahmet İnsel, Seyfettin Gürsel, Ayşe Buğra, Çağlar Keyder gibi isimlerin neo-liberal ekonomi politikalarına karşı alternatif dayanışmacı sosyal politikalar geliştirilmesi konusunda Türkiye’de önemli çalışmalar yaptıkları unutulmamalıdır.

Ayrıca, bu konudaki politikaların mezkur girişimin öncelikli gündeminde yer almamasının bir nedeni yukarda belirttiğimiz üzere ülkenin genel siyasi gündeminin bu konulardan uzak olması ise, bir diğer nedeni de kısa sürede, ve biraz da ‘göç yolda oluşur’ anlayışıyla ortaya çıkan ‘bağımsız sol adaylar girişiminin’ örgütsel yapısıdır. Bu girişim bir siyasi parti değildir; bir kurumsal yapıya sahip değildir. Amaçlanan ülke gündemine dair büyük oranda benzer düşünceleri paylaşan (ve bu düşünceleri ile cumhuriyetçi soldan ayrışan) bazı şahısların meclise girmesinin temin ve Özgür’ün de belirttiği üzere siyasal İslam ve otoriter devlet anlayışı dışında üçüncü bir sesin duyulmasını sağlamaktır. Girişim bu çerçevede sınırlı olduğu için tabii ki ön planda savunulan politikalar konusunda da sınırlılıklar olacaktır.

CHP’yi ekonomik-sosyal politika eksikliği ile eleştirmek ile Baskın Oran’ı bu konuda eleştirmek biraz ürün çeşitliliği açısından bir şarküteri ile Migros’u karşılaştırmaya benzer. Her ciddi akademisyen gibi Baskın Oran da belli konularda uzmanlaşmış ve o konulardaki görüşleri ile kamuoyuna mal olmuştur. Halbuki siyasi partilerin böyle bir uzmanlaşma hakları yoktur; onlar birçok şahsı bir araya getiren kurumsal kimlikler olmaları nedeniyle, öne sürdükleri politikalar açısından, daha kapsayıcı olmak yükümlülüğü altındadırlar. Tabii ki, olur da Baskın Oran, sol aday kimliği ile meclise girerse artık ondan bir akademisyen değil bir politikacı davranışı beklenecek, dolayısıyla ekonomik-sosyal haklar konusunda da solu temsil eden görüşlere sözcülük yapması istenecektir. Lakin bu husus Sayın Oran’ın aday olarak seçilip seçilmemesinden farklı bir hadisedir.

Bağımsız hareketin muhtemel faydaları

Bağımsız adaylar girişiminin eksiklerinin nedenlerini bu şekilde açıkladıktan sonra bir de hareketin muhtemel faydalarına, veya harekete olumlu bakmak için öne sürülebilecek bazı nedenlere bakalım. Kanımca bunlarda ilki ‘bağımsız adaylığın’ yeni bir seçim paradigması yaratma ihtimalidir. 2007 seçimleri büyük ihtimalle Türkiye demokrasisi tarihinde en çok bağımsız adayın katılacağı seçim olacaktır. DTP ve bağımsız sol girişimin yanı sıra, BBP de bağımsız adaylarla şansını deneyeceğini açıklamıştır. Mesut Yılmaz Rize’den bağımsız aday olarak seçime girecektir. Bu örnekler de gösteriyor ki bu pratik sadece sola özgü değildir. Bu girişimlerin başarıya ulaşması yüzde onluk antidemokratik seçim barajını anlamsızlaştırabilir. Bu girişimler sonucunda eğer yüzde onluk barajda değişime gidilirse, sadece bu değişiklik dahi, Türk demokrasisi adına büyük bir kazanım olacaktır. Bunun yanı sıra eğer bağımsız adaya oy verme pratiği seçmenler arasında kabul görür ve yaygınlaşırsa bu hususun parti içi demokrasi ve lider sultası gibi konularda da dolaylı katkısı olacaktır. Güçlü yerel adayların partiden kopma ve bağımsız olarak seçime girme ihtimali (örnek Mesut Yılmaz) parti liderlerini örgütlerini daha çok dinlemeye yönlendirebilir.

‘Bağımsız adaylık’ kavramının sisteme bu katkısının yanı sıra, özgürlükçü-kozmopolit solun bağımsız adaylar çıkarmasının genel olarak sola da katkısı olacağını düşünüyorum. Bu katkı özellikle siyasi-medeni haklara dair özgürlükçü politikaların sahipliliği konusunda olacaktır. Özgür’ün de bir diğer yazısında çok güzel bir şekilde belirttiği üzere Türkiye’de bir grup aydınımız demokratlık-özgürlükçülük ile AKP destekçiliğini bizlere aynı şeylermiş gibi gösterme yarışındalar. Cumhuriyetçi solun otoriter devletçi tezlere rağbet göstermesini fırsat bilen bir grup demokratlığı AKP’nin tekeline sokmaya çalışıyor. Özellikle İslamcı gazetelerimizde muhkim liberal yazarlarımızdan müteşekkil bu grup AKP’den liberal-demokrat parti yaratma fantezilerinin doğal bir parçası olarak AKP’nin antiliberal politikalarını da görmezden geliyorlar. Örnek mi istersiniz bahsettiğim gazetelerin 1 Mayıs haberlerine bakın. Dayağı yiyen solcu ise dayak cennetten çıkmadır anlayışının izlerini görürsünüz. Daha örnek isterseniz bu gazetelerin ve bu gazetelerde yazan liberallerimizin yazdıklarına değil de ‘yazmadıklarına’ veya ‘yazamadıklarına’ bakmanızı tavsiye ederim.

İşte bu konular söz konusu olduğunda özgürlükçü solun medeni ve siyasi haklar alanında bağımsız bir ses yaratması çok önemlidir. Özgürlükçülüğün, demokratlığın solculuğun ayrılmaz bir parçası olduğunu herkese tekrar tekrar hatırlatmak için… Özgürlükleri, medeni ve siyasi hakları savunmak için ille de AKPli olmanın gerekmediğini herkese göstermek için…Medeni ve siyasi hakların-özgürlüklerin din ve vicdan özgürlüğünden ibaret olmadığını dillendirmek için…Alkol gettoları kurulurken, işçiler-öğrenciler eşek sudan gelinceye kadar dövülürken, bağımsız adayların önleri oy pusulası oyunları ile kesilmeye çalışılırken, Bakanlar Kurulu’nda eski Cumhurbaşkanlarının alkol alışkanlıkları tartışılırken, demokrasiye ve liberalizme dair tezler sadece nalıncı keseri gibi hep bana yalnız bana diye kullanılırken ayağa kalkıp ‘Ey cemaat nerde kaldı senin demokratlığın’ diyebilmek için…Demokrat-liberal kamuoyuna ulaşmak için ille de demokratlıkları kendinden menkul cemaat gazetelerinde yazmanın, o cemaatlerin birey üzerinde kurdukları baskıları görmezden gelmenin gerekmediğini ülkemin aydınlarına göstermek için… İşte bu ve bunun gibi nedenlerle özgürlükçü solun bu girişimi sadece ve sadece medeni-siyasi haklar cephesinden yaklaşılsa dahi önem arz etmektedir. Ve işte yine bu nedenlerle Baskın Oran gibi cemaat ilişkilerine bulaşmamış, yeri geldiğinde AKP ve temsil ettiği anlayışa karşı dahi de eleştirel olabilen bağımsız-eleştirel bir ismin seçilmesi bence olumlu karşılanması gereken bir gelişmedir.

Girişimin olumlu yanlarına dair son belirtmek istediğim husus ise çok daha genel bir çerçevededir. Kanımca sadece eleştirmekle kalmayan ama istedikleri değişimleri zorlamak için ellerini taşın altına sokanlar bazı hataları, eksiklikleri olsa dahi genel anlamda bir desteği hak etmektedirler. İşin içine girmeden, sorumluluk almadan, alternatif önermeden muhalefet etmek özellikle ülkemizin sol cenahında yaygın olan ve bizlerin eleştirdiği bir davranış biçimi değil midir? Bu davranış kalıbını aşıp, sınırlı da olsa somut bir sonuç olma ihtimali olan girişimlerin en azından yollarının açık olmasını dilemek kanımca boynumuzun borcudur.

Bir Umut
Peki bu girişim 1960’larda TİP’in yarattığı etkiyi yaratır mı? Cumhuriyetçi solun sağa kaymasını engeller, onu tekrar ‘ortanın soluna’ çekebilir mi? Gönül evet demek ister ama gerçekliğin resmi farklıdır. Bu girişimin TİP’inkine benzer bir etki yaratması için ne yazık ki daha çok fırın ekmek yemesi gerekmektedir. TİP’i TİP yapanlar sadece Aybarlar, Boranlar, Serteller değil, en az onlar kadar bu idealler uğrunda savaşmış ve hatta hayatlarını kaybetmiş olan Türklerler, Kuaslar, Nebioğlular’dır. Sendikal harekettir; DISK’tir; yani örgütlülüktür; işçiler, öğrenciler, değişik toplum kesimleri içinde, Türkiye’nin her köşesinde, mahallesinde örgütlülük… Özgür’ün hayalini kurduğu gibi Zonguldaklı madenciye,
Umraniyeli tekstil işçisine meclisin kapılarını açabilecek bir girişim ancak örgütlü bir hareketle mümkün olabilir. Bağımsız aday girişimi ancak böyle bir evrimin bir ilk adımı olarak değerlendirilebilir, (böyle bir adım olduğu umut edilebilir) ve bir ilk adım olduğu akılda tutularak eleştirilmelidir.

Belli bir güce ulaşan böyle bir girişim bakarsınız cumhuriyetçi solun sağa kayışını durdurur; bakarsınız nasıl TİP ‘Halkçı Ecevit’e’ verimli topraklar sağladıysa bu ve bunun gibi girişimler de solun anaakımının kapısını özgürlükçü ve sosyal adaletçi yeni isimlere açar. Bakarsınız bu hareketler bir zincirleme reaksiyon başlatır ve cumhuriyetçi sol daha demokratlaşır, özgürlükçü sol daha kitleselleşir, bakarsınız sosyal demokrat iktidarların önü açılır. Ne diyelim, adımız da uyuyor, umut fakirin ekmeği ye Mehmet ye…

5.6.07

« Sonradan görme » reform anlayışı- Ulaş Bayraktar


Ahmet Necdet Sezer’in, cumhurbaşkanın seçimine dair düzenlemeyi Meclis’e iade etme gerekçesini okurken Türkiye’nin siyasal olarak her zaman ikinci el sistemleri giymeye mahkum olduğunu bir kez daha düşündüm. Nitekim, cumhurbaşkanı kararının gerekçesinde

« Anayasa'nın parlamenter sistem öngören hiçbir kuralına dokunmadan yalnızca Cumhurbaşkanı'nın halk tarafından seçilmesinin öngörülmesi, örneği ve uygulaması duyulmayan yeni bir sistem getirilmesi anlamına gelmektedir. Çünkü, bu sistem, bir yandan parlamenter modelden uzaklaşırken, öte yandan da başkanlık ya da yarı başkanlık modelinin temel özelliklerini taşımamaktadır.

Böylesine, kuramsal olarak ve uygulaması bilinmeyen bir sistemin ne gibi sorunlar yaratabileceğini kestirmek güçtür. Ancak, yaratabileceği sorunların rejimi sıkıntıya sokacağı açıktır » şeklinde bir yoruma imza atmış.

Bu ifadenin ilk kısmına kesinlikle katıldığımı özellikle vurgulamalıyım. Gerçekten de, cumhurbaşkanlığının yetki ve sorumluluklarına (hatta sorumsuzluklarına) dokunmadan sadece seçim sisteminin değişikliğe tabi tutulması aklın ve siyasetin zorlanmasıdır. Bunu savunmanın, hele hele düzenlemenin yangından mal kaçırılır gibi hayata geçirilişi göz önünde tutulduğunda, hiçbir tutar yanı yoktur.

Öte yandan, gerekçenin bu bölümündeki ikinci paragrafını, yani başka bir yerlerde denenmemiş ve uygulanmayan düzenlemelerin Türkiye için düşünülemeyeceğine dair kategorik bir karşı çıkışı kabül etmem mümkün değil. Çünkü bu ifadenin anlamı, Türkiye için yasal ve anayasal tüm düzenlemelerin mutlaka ama mutlaka başka ülkelerden esinlenmesi gerektiğidir.

Gerçekten de bu açıdan düşündüğümüzde, Türkiye’nin siyaseten oldukça sonradan görme olduğunu kabul etmeliyiz. Aynı sonradan maddi refaha kavuşmuş yeni zenginlerin, sosyetenin tüketim modellerini taklit etmeye çalışmaları, en lüks arabalara binmeye, en gözde mekanlarda yemeye-içmeye ve en pahalı markalardan giyinmeye başlamaları gibi Türk siyasi seçkinleri de ne zaman bir karar verme durumunda kalsalar, gelişmiş adledilen ülkelerin siyasi sistemlerini taklit etmeye yeltenir. Nitekim, Tanzimat’tan beri Türk kamu yönetiminin gelişimi Batı’daki mekanizma, uygulama ve kurumların ülkeye ithal edilmesi şeklinde olmuştur. Ülke sanayisinin temelde montaja dayanması gibi, ülke siyaseti ve idaresi de batılı siyasal sistemlerden parça parça ithal edilip, eklektik bir şekilde kurgulanan bir yapı çerçevesinde geliştirilir. Bir kısır döngü içerisinde kan uyuşmazlığı sonucu ortaya çıkan yeni krizler yeni kurumların ithali ve montajlanması şekliyle çözülmeye çalışılarak müstakbel krizlere zemin hazırlanır. Başka bir deyişle, Türkiye Cumhuriyet’i kamu yönetimi daimi bir organ nakli süreciyle hayatını devam ettirmeye çalışmaktadır.

Bunu iki açıdan kabül etmem mümkün değil. İlk olarak, ne kadar montaja dayalı bir siyaset-hukuk sistemimiz olsa da, bizler dışardan aldığımız kurum ve uygulamaları orasından, burasından çekiştirip, kendimize uydurma konusunda epey tecrübeliyizdir. Düşünecek olursak, birçok ülkede Milli Güvenlik Kurumu benzeri kurumlar var, ama bu kurumların hangisi Türkiye’deki işleve ve öneme sahip? Keza Yüksek Öğretim Kurumu veya 301. madde içinde aynı yorumu yapabiliriz. Hatta teorik olarak bizim de Sosyalist Enternasyonel’e üye sosyalist bir partimiz yok mu? Dolayısıyla, cumhurbaşkanının kuram ve uygulamaya yönelik vurgusu uzun uzun tartışılabilir; kuramsal olarak benzeştiğimiz birçok siyasal sistemle uygulamada epey ayrı düştüğümüzü kabul etmeliyiz. Bu durumda da, ismen ya da yapısal olarak benzeştiğimiz yabancı tecrübeleri ana referans olarak almamızın çok da sağlıklı bir reform mantığı yaratamayacağını düşünüyorum.

İtirazımın ikinci nedeni, cumhurbaşkanının yaklaşımının çekincesiz benimsenmesinin bu ülke siyaset bilimcileri ve hukukçularının avcı-toplayıcı tercümanlara indirgemek anlamına geleceğidir. Nitekim, eğer siyasi sistemimizin ve hukuk düzenimizin geliştirilmesi sadece dış referanslar yoluyla olacak ise, sosyal bilimci olarak bizim yapmamız gereken sadece yabancı sistem ve uygulamalara yoğunlaşmak ve karşılaştığımız ‘iyi’ uygulamaların ülke sistemine entegre edilmesini savunmakla sınırlı kalacaktır. Bu da kendimize güvenimizin olmadığını, kendi başımıza, tabii ki yabancı tecrübeleri göz önünde bulundurarak, özgün uygulamaları geliştiremeyeceğimizin acı bir ilanı olacaktır. Oysa ben hala, ülkenin sosyo-politik ve kültürel özellikleri ışığında kendimize has siyasi ve hukuki modelleri geliştirebileceğimize inanmak istiyorum. Tabii ki ve illa ki var olan yabancı tecrübelerden yararlanmayı hiçbir zaman ihmal etmeden, ama aynı şekilde kendi özgüllüklerimizi de hesaba katarak, yeni mekanizmalara imza atacak cesareti ve sabrını kendimizde bulabilmeliyiz.

Uzun lafın kısası, siyasi ve idari reform anlayışının, transfer döneminde yabancı ünlü oyunculara para saçan bir futbol takımı yönetimine benzememesi gerektiğini; geniş anlamda kamu yönetimi reformları üzerine kafa yorarken, yabancı referanslar kadar ulusal arkaplan ve özelliklerin de mutlaka ama mutlaka hesaba katılması gerektiğini savunuyorum. Ancak bu “iç-dış” dengesinin yakalanmasıyla anlamlı reformları hayata geçirebilir ve kamu yönetiminin işleyişini yıllardır çektiği kronik sıkıntılardan kurtarabiliriz.