Yeni Söz

6.4.06

CHP-3 Işık ‘yerelden’ yükselecektir / Ulaş Bayraktar

Geçen yazıda kaldığımız yerden devam edelim ama önce yine bir kısa özet vermeyi de ihmal etmeyelim. Demiştik ki, bir partinin iktidara gelme ve onu kullanma stratejileri arasında bir örtüşmeme durumu hasıl olabilir. Daha somut bir şekilde ifade edecek olursak CHP siyasal erki gerçek bir sosyal demokrasi projesi çerçevesinde kullanacağını inanılır bir şekilde ilan etse dahi, bu onu iktidara getirmeye yetmeyebilir çünkü çok kestirmeden ifade edicek olursak Türk toplumu aslen sağcıdır ve herhangi bir sol partiye cumhuriyet tarihi boyunca iktidarı emanet etmiş değildir. Hal böyleyken, CHP’nin doğru düzgün bir sosyal demokrasi programını yüksek sesle savunmayışı iktidara ulaşma adına bir avantaj olarak bile görülebilir. Peki bu durumda memleket topraklarında sosyal demokrasiden umut ebediyen kesilmeli midir?
Benim şahsi görüşüm mutlak bir karamsarlığa kapılmanın yersiz olacağı çünkü daha önceki yazımda da belirttiğim gibi, daha zor ve uzun vadeli olmakla birlikte bir yol daha var ki onun rotası da yerel yönetimlerden geçiyor. Evet, sol ülke yönetiminde iktidara hiçbir zaman gelememiştir ama yerelde pekala yönetimi ele almayı başarmıştır. Özellikle 70’li yılların “yeni belediyecilik” “toplumcu belediyecilik” ya da “birlikçi belediyecilik” adlarıyla anılan şanlı günlerini hatırladığımızda solun yerelde ne kadar mevcut olabildiğini rahatlıkla görebiliriz. Ulusal hükümetin MC’ye teslim edildiği bir siyasi konjonktürde dahi, İstanbul, Ankara, İzmir ve hatta Kaya Mutlu’lu Mersin’de sol yerel yönetimleri ele geçirmekle kalmamış “kervan yolda düzülür” hesabı yaşanmakta olan belediyecilik tecrübesinden çok özgün bir belediyecilik modeli geliştirmiştir. Bu akımın uç noktasında bir Fatsa’lı Terzi Fikri tecrübesi vardır ki, ona erken yaşanmış bir Porto Alegre tecrübesi olarak bile bakılabilir. Tabii bütün bu yenilikçi ve toplumcu belediyecilik birikiminin üstüne 12 Eylül rejimi hiç kuşkusuz büyük bir mum dikmiştir ama ANAP belediyeciliğinin bile bu tecrübeden yararlandığını öne süren araştırmacılar olduğunu unutmamak gerekir.
Yakın tarihimizdeki bu tecrübeyi bir de güncel ama uzak bir coğrafyada olup bitenlerle harmanlayıp tekrar düşündüğümüzde tünelin ucunda, Latin Amerika’dan yükselen ışığı seçmeye başlıyabiliriz belki. Malumunuz, arka arkaya solcu liderler iktidara geliyor kıtada. Tabii ki, solun bu yükselişinde birçok özel ya da bölgesel unsurdan bahsedilebilir ama sola dair genel bir paradigma değişimi olduğu gerçeğini değiştirmez bu mikro değişkenler. Yeni sol yaklaşım, iktidarı işçi sınıfının liderliğinde yapılacak bir devrim eliyle ulaşılacak bir hedef olarak görmüyor. Bunun yerine temsili demokrasinin siyasal alandaki yapısal eşitsizlikleri giderecek, bireyleri siyasal açıdan güçlendirecek tekniklerin arayışına ve tecrübesine yaslanıyor yeni sol perspektif. Anglo-sakson literatürde empowerment tezi olarak kabul gören bu yaklaşımı Türkçemize erkleştirme diye çevirebiliriz sanıyorum. Buna göre, bireyler özellikle yerel ölçekteki katılımcı uygulamalar eliyle katılım bilgi, beceri, alışkanlık ve tecrübelerini geliştirerek siyasette daha aktif bir rol oynamaya girişirler. Bu süreç yerel siyaseti kendiliğinden demokratikleştirirken, ulusal siyasette de uzun vadede ciddi farklılıklar yaratır. Bunun en güzel örneği çok bilinen Porto Alegre katılımcı bütçe uygulamasıdır ki Lula’lı Brezilya İşçi Partisi’ni iktidara taşıyan bu sürecin detaylarında bilahare girmek daha doğru olabilir.
Kendi tartışmamıza geri dönecek olursak, CHP’nin de iktidara varmak adına kitlelere kendini ve sol düşünceyi aşılamak için izlemesi gereken strateji bence burada yani yerelde yatıyor. Hala bir elin parmakları kadar büyük şehirin yönetiminde olan CHP mevcut iktidardan ve siyasal partilerden farkını ve önerdiği projenin özgünlüğünü ve özelliğini buralarda ispat etmek zorundadır. Böylesi bir farkın yaratılması partinin ve sosyal demokrat projenin aşama aşama önce diğer kentlere yayılacak şekilde genişlemesine daha sonra da ulusal iktidarın yolunun döşenmesine gidecektir ki bunun yakın tarihimizdeki canlı örneği Refah Partisi’nin önce büyükşehirleri alarak nihayetinde başka bir kurumsal kimlikle de olsa tek başına iktidara geliş sürecidir.
CHP’nin de benzer bir stratejiyi benimsememesi ve çözümü her geçen gün biraz daha şahin bir laiklik, daha şüpheci bir milliyetçilik ve daha muhafazakar bir kemalizm anlayışında araması durumunda, parti gitgide küçülecek ve sonunda ya fiziksel ya da ideolojik olarak kaybolacaktır. Bu anlamda sorun “solun bölünmesi” değil, “solun yok olmasıdır.” Bundan kaçışın tek yolu yerele özel bir önem vermekte yatar. Parti, ancak bu yolla özgün ve demokratik bir siyasi projeyi geliştirip, onu gerçekleştirme irade ve istikrarına sahip olduğunu seçmen kitlelerine ispat edebilir. Öte yandan, aynı proje çerçevesinde hayata geçirilecek katılımcı uygulamalar, bireylerin siyasi ufuk ve becerilerini geliştirip siyaseten daha aktif olmalarını sağlayarak, partinin ulusal düzeydeki iktidara gelişini mümkün kılacaktır. Bu anlamıyla ve önceki yazılarımızda savunduğum görüşlerin ışığında CHP’nin iktidara giden yolu bir öncü işlevi göreceği yerel yönetimlerden geçmek zorundadır.

CHP-2: İktidar Stratejileri / Ulaş Bayraktar

Bu yazıyla geçen sefer başlattığım CHP tartışmasına devam etmek istiytorum. Çıkan kısmın özetini verecek olursak, siyasal partilerin ikili bir işlevsel yapısı olduğunu, bir yandan temsil görevi görürlerken, bir yandan da öncü rol oynadıklarını savunmuştuk. Sadece temsile oynamanın popülist bir çıkmaza gideceğini, öncü rolün çok abartılmasının da otoriter bir jakobenizmle son bulacağı fikrini ileri sürmüştük.

Bu temsil-öncülük ayrımı siyasal partilerin toplumla olan ilişkilerinin işlevsel doğasını anlamaya yönelik bir perspektiftir. Oysa siyasal partilerin varoluşunda en az toplum kadar önemli bir boyut daha vardır ki, o da tabii ki iktidardır. Bir siyasal partiyi herhangi bir sivil toplum örgütünden, düşünce kulübünden ayıran temel unsur, onun iktidarı ele geçirmeye ya da en azından ondan pay almaya çalışmasıdır. İlla ki iktidara gelmeyi ana hedef olarak görmeyen, sadece belli bir ideolojinin, belli bir fikirsel kimliğin siyasal alandaki mevcutiyetinin simgesel devamını amaçlayan hareketlerin olduğu yadsınamaz. Bu oluşumlarda bile iktidar gözden çıkarılmış değil, sadece geçici olarak ertelenmiş bir hedefe işaret eder. Dolayısıyla, “iktidar” şu veya bu şekilde siyasal partilerin mayasında vardır.

Konu siyasal partilerle iktidar kavramı arasındaki ilişki olduğunda yine bir ikili ayrıma gidilmesi gerektiğini düşünüyorum. Neticede, iktidara gelmeye çalışmakla, iktidarı kullanmak arasında stratejik farklılıkların olması doğaldır. Başka bir ifadeyle, bir parti bir yandan iktidara gelmeye, bir yandan da iktidarı kullanmaya yönelik stratejiler geliştirmek zorundadır. Bu iki stratejinin örtüştüğü yani iktidarı kullanma stratejisinin aynı zamanda onu iktidara taşıyabileceği savunulabilir. Örneğin bir sosyal demokrat parti, sosyal demokrasiye dayalı bir parti programı hazırlayıp, iktidara geldiğinde bu program çerçevesinde icraatlara girişeceğini yani iktidarı bu şekilde kullanacağını iddia edebilir. Bu programı benimseyen, destekleyen seçmenler de partiyi destekleyip onun iktidarı elde etmesini sağlayabilir.

Peki CHP örneğine dönecek olursak bu stratejik örtüşmenin geçerli olduğunu söyleyebilir miyiz? Benim naçizane görüşüm görünen durumun maalesef bu yönde olmadığı. Böyle düşünmemde bir kaç etken rol oynuyor. Şöyle ki, başta günümüz CHP’sinin gerçekten bir siyasi program, proje sunduğuna yönelik benim ciddi şüphelerim var. Evet, sosyal demokrasiye inandığına, bunu hayata geçirmek istediğine dair şekilsel bir söylemi var partinin; son zamanlarda, daha içe kapanık, milliyetçi, durağan bir kemalizm anlayışı içinde, sadece AKP’yi günlük tartışmalarda sıkıntıya düşürmeye yönelik sataşmaların gölgesinde gitgide daha da silikleşen bir program... Geçen haftaki tartışmamızın terimleriyle kurgulayacak olursak, temsil popülizminin hazırcevaplığına sığınan bir günü kurtarma haline kurban olan bir parti progamı. Demek ki, CHP’nin iktidara geldiginde iktidarı nasıl kullanacağına dair net ya da güvenilir bir fikre sahip değiliz ki, onu buna dayanarak iktidara getirmeye çalışalım.

Ama yine de farzedelim ki, hani olmaz ya, CHP çok şaşırtıcı bir şekilde kabuk değiştirdi ve tutarlı bir sosyal demokrasi projesi geliştirip, siyasi söylemini bunun üzerine oturttu. Bu durumda ne değişir? Kabul etmek gerekir ki, CHP’nin toplum nezdindeki çekiciliği bugünden daha güçlü olacaktır. Fakat bence bu değişim ve güçlenme bile onu iktidara getirmeye yetmez çünkü sol düşünce Türk toplumu içinde yeterince gelişmiş değildir. Hatta bence yıllarca komünizm korkusuyla beslenmiş Türk toplumu asıl olarak SAĞCIDIR. Dolayısıyla ne kadar ilerici, ne kadar adil bir sosyal demokrat proje sunarsınız sunun, toplum buna mesela özünde görmezden gelinemeyecek sosyal unsurlar taşıyan bir “adil düzen” projesine gösterdiği ilgiyi göstermeyecektir. Zaten siyasi tarihimize baktığımızda solun tek başına iktidara gelebildiği bir dönem yoktur. Türk solunun en ihtişamlı döneminin yaşandığı ortanın solundan esen Karaoğlan rüzgarında bile solun iktidarı mutlak olarak elde edemediğini görebiliriz. Kaldı ki, artık Karaoğlan sevgililer günü programlarında mutlu evlilik mesajları veren yaşlı bir koca (bkz. 14 Şubat 2006 TRT ana haber bülteni), onu iktidara getiren gecekondular da bir iki istisna haricinde külliyen muhafazakar... Uzun lafın kısası sosyal demokrasi bu topraklarda bir iktidar stratejisi olamayacak kadar güçsüz bir düşünce akımı.

Hal buyken CHP’nin önünde iktidara ulaşma stratejisi bağlamında ikili bir yol ayrımı var: ya sosyal demokrasiden vazgeçip, gitgide daha merkezi bir söylem geliştirmek -ki yıllardır fiilen gerçekleşen budur- ya da daha uzun vadeli bir süreç çerçevesinde öncelikle sosyal demokrasinin aslında nasıl bir yönetim modeli olduğunu topluma anlatmaya, göstermeye çalışmak. Tabii kolay olan, ilk seçenektir. Yukarıda da vurguladığım gibi CHP zaten siyasi söylemi içindeki kemalist, milliyetçi ve laikçi öğeleri her geçen gün daha ön plana çıkararak fiilen bu yola girmiştir. Ama bu yol, partiyi asla iktidara götürmeyecektir; çünkü tarihimiz göstermiştir ki, merkez partilerinin popülist söylemleri her zaman bu söylemlerin otantik sözcüsü radikal partileri güçlendirmiştir (bkz. MHP, Milli Görüş partileri hatta Genç Parti). Dolayısıyla, bu silah orta ve uzun vadede her zaman geri teper.

Peki ikinci yol nasıl mümkün olabilir? Bu yazıyı çok uzattım, izin verirseniz, bu sorunun cevabına gelecek hafta devam edelim.


4.4.06

CHP ve Siyasi Partiler’de temsille öncülüğün işlevi / Ulaş Bayraktar

Şubat ayı içersinde Sosyal Demokrasi Derneği’nin düzenlediği toplantıda Burhan Şenatalar ve Erol Tuncer Türk sosyal demokrasinin ana sorununun şu an için bir kadro sorunu olduğunu, parti içi bir yenilenme süreciyle yani parti içi demokrasi kanalarını daha iyi işletebilecek yönetimin iş başına gelmesiyle bu sorunun çözülebileceğine inandıklarını belirtmişler. Oysa toplantıda hazır bulunan bazı Mersinli gazeteciler sorunun temelinde Ali’nin Veli’nin gelmesi değil, Türk sosyal demokrasisinin evrenselle yerel arasında bir sentez oluşturamamasının yattığını ileri sürdüler. Hatta, bu anlamda Baykal’ın bu yönde önemli çabaları olduğunu ve dolayısıyla muhtemelen en doğru isim olduğunu ileri sürüdü.
Aslında ben de bir sentezin gerekliliği konusunda Mersinli gazetecilerle hemfikirim. Fakat kanımca sorunun temeli neyle neyin sentezinin ne kadar başarıyla yapılabileceğinde yatıyor. Her şeyden once sentez yapabilmek çok hassas bir kimyasal tepkimedeki kadar ince ayarlara tabidir. Hele hele doğuyla, batının, yerelle evrenselin sentezini yapmaya kalkmak büyük emek gerektirir. Yoksa ne kurultaya Ricky Martin’in şarkıları, ses ve ışık göşteriyle adete bir batılı yıldız olarak çıkmayla Giddens’in üçüncü yolu memlekete getirilmiş olur, ne de mitolojik Anadolu solu retoriğiyle şarksal öğelere selam durulur. Böylesi bir tablo ancak siyasal söylemlerin eğreti bir kolajına, hatta karikatürel bir imgesine tekabül eder. Sonuçta evrensel değerleri memlekete doğru düzgün uyarlayamadığınız gibi, kaçınılmaz olarak yerel olandan da kopma riskini almış oluruz.
Oysa bence sentez tartışmasının daha doğru kurgulanabilmesi için öncelikle bir siyasal partinin işlevlerini soyut olarak hatırlamalıyız; başka ve daha kestirme bir deyişle benim dikkat çekmek istediğim nokta TEMSİL ile ÖNCÜLÜK işlevlerinin sentezlenebilmesi üzerine kafa yorma gerekliliği.
Öncelikle, hepimizin malumu olduğu üzre, temsili demokrasilerde en temel siyasi temsil aracı partilerdir. Buna göre siyasal partiler kendi yerel teşkilatlanmaları aracıyla toplumun talep, tercih ve ihtiyaçlarını yönetim kademelerine iletip, kamu politika ve kararlarının bu toplumsal dinamiklerle uyum içinde belirlenmesini sağlarlar. Bu yönüyle siyasal partiler toplumun arkasından koşan, onun tercihleri doğrultusunda şekillenen bir siyasal araçtır. Dolayısıyla, doğal olarak popülisttir.
Öte yandan, siyasal parti aynı zamanda öncülük işlevi de görür. Bu anlamda belli bir ideolojik çerçeve içinde ulusal ya da yerel sorunların belli bir bakış içinde yeniden yorumlanıp, bu yorumlardan türeyen çözüm önerilerini geliştirmek, savunmak ve yaymakla mükelleftirler. Bu nokta itibarıyla, toplumun önüne geçip, ona liderlik, öncülük ederler ve tabanın da kendi sorun ve ihtiyaçlarını bu çerçeve içinde kurgulamasına yardımcı olurlar.
Bu temsil ve öncülük ayrımına CHP örneğinde yoğunlaştığımızda, partinin öncülük işlevinin bir parti içi liderlik kavgasına dönüştüğünü, toplumun öncülüğü için değil, partinin liderliği için kavga verildiğini herhalde kimse inkar edemez. Bu tür parti içi çekişmelerin tüm siyasi partilerde yaşanabileceğini varsayabiliriz ama işin en acı tarafı bu mücadelenin fikirsel açıdan hiçbir göze çarpan boyutu olmayışı. Neticede 60ların sonlarını hatırlayacak olursak, Ecevit ve Feyzioğlu arasındaki kişisel çekişme de bir Baykal-Sarıgül gerilimini aratmayacak düzeydeydi. Fakat o günlerin CHPsinin farkı bu kişisel çekişmenin gerisinde dipdiri bir ortanın solu tartışmasının yatıyor olmasıydı. Günümüzde buna benzer bir fikirsel tartışmanın esamesinin okunmadığını söylemeye sanırım gerek yoktur.
Bu fikirsel yoksunluk haliyle partinin öncülük işlevine zarar verdiği için CHP’nin kurumsal varoluş sebebi de gittikçe temsil işlevinin üzerine kurgulanır. Başka bir deyişle, toplumun önüne geçemeyen parti, gitgide populismin tuzağına düşer. Sancılı bir Avrupa Birliği’ne adaylık sürecinde doğal olarak artan milliyetçi duyarlıklara sahip bir toplumun peşinden nefes nefese koşan bir parti de haliyle gittikçe milliyetçi tonlar taşıyan bir kemalizm söylemine sığınarak bir kısır döngüye girer: milliyetçiliğin arttığı süreçte söylemini buna uyarlayan parti kendi seçmen tabanının da bu söylemi gitgide içselleştirmesine yardımcı olur; bu şekilde daha da milliyetçileşen toplum partiyi de bu yönde çeker vb. vb. vb.
Sentez tartışmasına geri dönecek olursak, eğer bir senteze girişilecekse, bunun evrenselle yerel arasından ziyade, temsil ile öncülük işlevleri ekseninde olması gerektiğini düşünüyorum. İç çekişmeleri yüzünden ya da genel fikirsel mahrumiyetin gazabından dolayı temsil populismine tutsak olmuş bir CHP’nin öncelikli olarak öncülük işlevine can verecek bir siyasal projeye ihtiyacı vardır. Bu fikirsel canlanmanın beslenebileceği en temel kaynak da bence üçüncü yol tartışmalarıdır ki ona da başka bir yazıyla girmek boynumuzun borcu artık.
Son olarak, bu temsil-öncülük dengesinin günümüz Türkiye’sinde somut olarak hayata geçirilebileceğine dair şüpheler taşıyanlara çevrelerine daha dikkatli bakmalarını tavsiye ederim; muhafazakar söylemlerin temsilciliğinde neo-liberalismin bayraktarlığını yapan bir partiye mutlaka rastlayacaklardır...

Enver ve Talat Paşalar Kuvvacı mıdır ? / Özgür Mumcu


Sol Kemalist siyasi harekete musallat olan, ulusalcılık kisvesinde bulasan yeni bir hastalık göze çarpmakta. Avrupa Birliği, ekonominin küreselleşmesi, siyasi İslamın önem kazanması olgularına karşı hazırlıksız yakalanan sol cenahın Kemalist eğilimi kendisine ihanet etmeye başlamıştır. “Kızıl Elma” gibi aslında Kemalistlikten daha çok, Enver Paşacılığa yakın kavramlar, ülkücü hareketin bir bölümüyle el ele oluşturulmakta.
En son Almanya’da sesini duyurmaya çalışan Talat Pasa hareketinde, bu yeni hastalığın son örneğini görmekteyiz. Ortalık bulandırılmakta, İttihat ve Terakki’nin rasyonellikten uzak, maceraperest siyasi mirası, Atatürkçülüğe mal edilmeye çalışılmaktadır. Unutulmaması gereken, İttihat ve Terakki’nin özelikle son döneminiyle, Kemalist hareketin bağdaşmadığı. Atatürk ve yakın kadrosunun, İttihatçıları nasıl tasfiye ettiği ortadadır. Hadi bırakalım tarihi belgeleri, bu Talat Paşacıların, Kemal Tahir romanı bile okuyup okumadıkları merak konusu.
Balkan Harpleriyle, Birinci Cihan Harbiyle yıpranmış halkın Kemal Paşasına verdiği desteğin erken sebepleri, Atatürk’ün İttihatçı olmaması ve Ermeni katliamına karısmamasıyla ilişkilidir. Yoksa, halk türkülerine « Askeri kırdıran Enver Paşa » olarak geçenlerin soyunacağı bir kurtuluş mücadelesinin geniş halk desteği bulacağı şüphelidir. Bu sebeple, Enver Pasa, sınır ötesinde bir akbaba gibi Sakarya savaşının menfi sonucunu bekleyip de avucunu yalamakla yetinmiş, askeri daha fazla kırdırmayıp, Orta Asya’da manasız bir çatışmada hayatini kaybetmiştir. Ve bu yüzden, konuyla özellikle ilgilenmeyen uluslararası kamuoyu için en fazla Corto Maltese çizgi romanının egzantirik bir kişiliği olarak anılacaktır. Talat Paşa’nın da zalimliği ve dar görüşlülüğüyle, ahbabı Enver’den altta kalır yanı yok. Tükenmiş bir imparatorlukta; el yardımıyla gecikmiş bir emperyalizm peşinde koşmuştur bu Paşalar. İzledikleri politikaların yol açtığı can kaybını varın siz hesaplayın.
Talat Paşa’yı savunarak Ermeni soykırımı iddialarını savuşturmaya çalışan, Kızıl Elmacılıkla emperyalizme kafa tutmaya çabalayan hareket ya kötü niyetlidir ya da en hafif ifadesiyle ahmaklıkla sakattır. Bu hareketin altyapısı yoktur. Sadece laf kalabalığı ve kavram karmaşasından ibarettir. Ama buna rağmen tehlikelidir. Tehlikelidir çünkü Kemalizmi zehirlemektedir, çünkü her an faşizanlaşması olasıdır.
CHP’nin gür bir sesle bu soytarılığa son vermesi gereği açıktır. Ulusalcı sol diye ortalıkta dolasan, gerçekleri çarpıtan bu cemaati engelleyecek tek yol budur. Atatürk’ün partisi, İttihatçı paşaları en az Atatürk kadar yerden yere vuramayacaksa, sessiz bir suç ortaklığıyla bu yeni dalgadan nemalanmaya çalışacaksa artik ne Sosyal demokrat ne de Atatürkçü demektir.
Ulusalcılık şayet vatanseverlik ise başımızın üzerinde yeri var. Yok, hortlamış bir İttihatçılık ise kimse kusura bakmasın, Atatürk’ü, sizin lanetli paşalarınıza tercih ederiz.

Peki, Sonra Ne Oldu? / Özgür Mumcu

12 Eylül’ün darbesini yemiş, kendine gelmeye çalışan Türkiye’nin 80’li yıllarında bir demokrasi mücadelesi vardı. Günümüzde bir demokrasi havarisi gibi anılan Turgut Özal’ın iktidarı, 12 Eylül’ün baskıcı tarafından ödün vermemekteydi. İktidar, liberalizmin sadece iktisadi yanını uygulamakta, siyasi özgürlükler konusunda askerlerle çok da ayrı düşmemekteydi. Özal liberalizmine, alaturka liberalizm denmesinin sebebi de bu idi. Thatcher ve Reagan’la dünyaya hâkim olan muhafazakâr dalganın, liberal iktisadi formüllerini uygulayan dönemin iktidarı, aynı zamanda askerin getirdiği siyaset yasakları kalkmasın diye meydanlarda ter döküyordu. Siyasi yanı eksik tek bacaklı bir liberalizm, bir hilkat garibesi, yükselen değer diye önümüze sunuluyordu.
O dönemde 12 Eylül’ün acımasızca yerle yeksan ettiği sol, demokrasinin işlemesi için verilen mücadelenin bayrağını taşıyordu. Her sene 1 Mayıs gösterileri için meydanlarda toplanmak için çırpınılıyor, ancak bir iki salonda panel yapma izni ile yetiniliyordu. Sendikalara ve siyasi partilere bir deli gömleği giydirilmiş, sivil toplum ancak Türk-İslam sentezini savunduğu ölçüde kendine yer bulabiliyordu. Donemin SHP’si hak ve özgürlüklerin genişletilmesi ve normale dönüş için, hem 12 Eylül yasaklarıyla hem de Özal hükümetiyle boğuşuyordu. Her ne kadar, ithalat patlamasıyla vitrinler zenginleştiyse de, siyasi ve kültürel hayat, baskıcı rejimlere has bir çoraklık içindeydi.
Bulutsuzluk Özlemi, « Acil Demokrasi » diye haykırıyor, albüm kapağını ise bugün jakobenlik ve anti demokratlıkla suçlanan Bedri Baykam’ın deseni süslüyordu. Meydanlarda SHP «Dev Uyanıyor » diyerek gücünü arttırıyor ve sonunda belli başlı belediyeleri eline geçiriyordu. Hatta daha sonra HEP ile secim ittifakı yapıp, yörenin sesini Meclis’te duyurmasına katkı da bulunuyordu.
Sosyal demokrasi, demokrasinin, hak ve özgürlüklerin artması için yapılan mücadeleyi on yıl her turlu baskıya karşı sürdüren bir siyasi hareketti. Peki, sonra ne oldu? Ne oldu da aslan sosyal demokratlar, demokrasi mücadelesinde geri kaldı? Ne oldu da, kamuoyunda artik tutucu, umut vaat etmeyen bir hareket olarak algılanmaya başladı? Karaoğlan donemi ile 80’li yıllarda umut ve değişimin sözcüsü olan bir siyaset anlayışı, neden artik bu nitelikleri taşımıyor?
AKP’nin iktidara gelmesiyle iyice taraftar bulan, İdris Küçükömer’den esinlenmeyle, Türkiye’de sağ sol, sol da sağdır önermesinin durumu açıklayacağını sanmıyorum. Ne merkez-cevre çatışması ne de elit-halk şablonunun durumu ortaya koyduğuna inanıyorum. Çünkü ilk bakışta makul ve derinlikli gelen bu analiz tarzı, sanki daha karmaşık bir konuyu çok basite indirgiyormuş gibi geliyor bana. Bu söylemle Türkiye’nin yakin siyasi tarihinden bihaber biri karsılaştığında ne düşünür? « Türkiye 2000’li yıllara kadar tek parti yönetimindeydi ve Soğuk Savaş sonrası yeni düzende, halkın sesi sonunda iktidara geldi. ». 1950’den beri çok nadiren iktidara gelmiş bir hareket, nasıl halkın sesini bastırmış ve ceberut bir Kemalist anlayışla hak ve özgürlüklerin kısıtlanmasına katkıda bulunmuş olabilir? « Umudumuz Ecevit » ve « Aslan Sosyal demokratlar » dönemlerinde alınan geniş kitle desteği bu bakış açısıyla nasıl izah edilir?
Yani, sosyal demokrat hareketteki atalet ve muhafazakârlaşmanın, bu harekete mündemiç olduğu inanışı, ezber bozalım derken, çarpık bir ezber geliştirmektir. Ancak, sorumuzu tekrar edelim, ne oldu da aslan sosyal demokratlar, demokrasi mücadelesinde geri kaldı? Umarım, beraber bir yanıta ulaşabiliriz.

Nominal siyasetler: Fransa’da sağ, Türkiye’de sol / Ulaş Bayraktar


Geçen yılın sonlarında yaşanan banliyö olaylarından henüz birkaç ay geçmişken, Fransa’da siyaset yine sokaklara indi. Hükümetin işsizliğe çare olarak medet umduğu CPE (İlk iş kontratı- Contrat du Premier Embauche) meclisten ve senatodan hızla geçip de cumhurbaşkanının onayını beklerken, hiç beklemediği bir toplumsal muhalefetle karşılaştı. Dalga dalga büyüyen öğrenci hareketi bir nokta itibarıyla işçi sendikalarının da toplu desteğini alarak –ki bu Fransız sendikalarının ortak bir tavırda buluştuğu çok ender hareketlerden biri olarak tarihe geçti bile- ulusal bir boyut kazandı. Üniversiteki grevlerini, blokaj eylemleri takip etti. Sorbonne Üniversitesi’nin belli başlı binaları kapatılmakla kalmadı, üniversiteye bağlanan meydan ve yollar da polis kordonuna alındı. Sonuçta, yüksek öğretim sistemi haftalardır işleyemez hale geldi.
Bu toplumsal hareketin nedenleri ve detayları olmayacak bu yazının konusu. Benim yapmak istediğim bu toplumsal hareketlenmeyi fırsat bilip, Fransız siyasasına dair bir takım gözlemlerimi tartışmaya açmak. Temel iddiam Fransa’nın özünde solcu bir coğrafya olduğu ; tıpkı Türkiye’nin son tahlilde sağcı olduğu gibi.
Bu önermeye hemen ve rahatlıkla itiraz edilebileceğimin farkındayım ; neticede Fransa’da sağcı partiler ve bunları ikitidara getirebilecek sayıda seçmen kitlesi olduğu ortada. Ama bu ‘nominal sağcılığın’ içeriğine baktığımızda aslında bir türlü gerçekten liberal olmayı başaramayan bir siyasal gelenek karşımıza çıkıyor. Kendini, modern anlamda temsili demokrasi, insan hakları ve sosyal devlet uygulamalarının öncüsü olarak gören bir anlayış sosyal önceliklere kayıtsız kalmayı haliyle beceremiyor. Bıçak kemiğe dayandığında mecburen girişilen reformlar da toplumsal muhalefetin karşısında eriyip gidiyor. Bu yüzden, son dönem Fransız siyasetine baktığımızda rafa kaldırılmış reform projeleri ve bunların altında kalıp, siyaseten feda edilen bakan ve başbakanlar sık sık karşımıza çıkar. Kemikleşmiş sosyal hakları ya da uygulamaları sorgulamaya ya da değiştirmeye kalkan her türlü reform projesi sokağın büyük bir tepkisiyle karşılaşıp, geri çekilmek zorunda kalır.
Peki bu toplumsal muhalefeti aşmak neden mümkün olamıyor ? Benim bu konudaki ilk hipotezim, Fransız sağının, bu tür reformlara giriştiğinde izlediği merkeziyetçi tutumun gerektirdiği kadar otoriter olamadığı. Başka bir deyişle, reformun oluşturulma ve yasallaştırma sürecinde diğer partiler, sendikalar ve diğer sivil toplum örgütleriyle her hangi bir müzakere sürecine girmeyecek kadar merkeziyetçi zihniyet, böylesine toplumdan kopuk bir biçimde yasallaştırılmış projeyi otoriter bir biçimde uygulayacak kadar da kararlı olamıyor.
Burada Fransız sendikalarının özgün niteliğine de dikkat çekmek gerekir sanıyorum. İlginç bir şekilde hükümetle masaya oturup, onu ikna edecek bir siyasi nüfuza sahip olmayan sendikalar, sokakta kitleleri harekete geçirmekte takdire şayan bir beceriye sahip. Hal böyle olunca da, masada ciddiye alınabilecek bir temsil gücüne sahip olmayan sendikalar, daha agresif eylemlere girişerek Fransa’da hayatı felç eden grevlere ve kitlesel gösterilere başvurmayı adet haline getirmiş bulunuyorlar. Bu toplumsal hareketlenmeye çok da fazla direnemeyen hükümet de zamanla geri adım atmaktan başka çare bulamıyor.
Özetleyecek olursak, Fransa sağı, solcu temalara istese de istemese de ilgisiz ve saygısız olamıyor ; sosyal uygulamaları ne sorgulayabiliyor ne de kendi liberal projelerini hayata geçirebiliyor. Sonuçta, sol söylem Fransa’da baskın eğilim olarak kalıyor. Liberalleşemeyen sağ partiler ilginç bir şekilde Fransız solunu da zora sokuyor çünkü kendini sağdan ayırt etmektirde zorlanan sosyalist parti tabanını daha radikal partilere kaptırmaktan kaçamıyor.
Dikkatimizi Türkiye’ye çevirdiğimizde aslında kabaca çok benzer bir tabloyla karşılaşıyoruz. Fransa’nın liberalleşmeyen sağcı partilerine çok benzer bir şekilde Türkiye’de de sosyal demokrasiyi savunmaktan aciz bir CHP karşımıza çıkıyor. Milliyetçi vurgulardan bir türlü kendini uzak tutamayan ve sosyal demokrasi anlamında özgün herhangi proje üretemeyen bir CHP özünde sağcı olmaktan kurtulamıyor, solculuğu sadece nominal bir düzlemde kalıyor.
İşin en ilginç yanı Fransa’yı çok yakın bir gelecekte Sarkozy gibi bir kırılma bekliyor ; peki Türk solunun geleceğine dair benzer bir beklentiye girmek için herhangi bir neden var mı ?