Yeni Söz

23.3.07

Ulusalcılığı Anlamak - 1 / Özgür Mumcu

Memleketteki her tartışmanın içinin boşalmasına, git gide bir kör dövüşüne dönmesine alışığız. Hiç ama neredeyse hiçbir konuyu tozu dumana katmadan ele alamamaktayız. Sonuç, tartışıyoruz diye puslu bir hava yaratmak ve rasgele yumruklar savurmak. Oysa bilinir ki, puslu havayı ancak kurtlar sever. Biz tartışıyoruz sanıp, pusu yoğunlaştırdıkça, kurtlar kolumuzu bacağımızı kapmaya devam edecek, pus dağıldığında sağ kalanlarımız çok hayret edecek bu işe. Kimi, kurt sürüsüne katılacak, kimi ise hüzünlü kayıp ruhlar gibi gezinip duracak.
Memlekette gündem sürekli değişir. Tam bir konu tartışılmaya başlarken, birden kendimizi başka bir konuyu hararetle tartışırken ve inançla cephelere ayrılmışken buluruz. Türban ve imam hatip meselesi, İslamcı iktidarla beraber gündemden düşerken, yükselen milliyetçilik ve ulusalcılık çıkış yapan yeni konularımız. İktidar milliyetçi tarafı ağır basan bir siyasi akıma nasip olursa, o vakit milliyetçiliği tartışmaz, tekrar türban kısır tartışmasına döneriz. Dön baba dönelim, iktidar neyi temsil etmiyorsa onu tartışalım.
Ulusalcı Solun Kökenleri
Eh madem gündem bu, vardır elbet ulusalcılık üzerine söyleyecek bir iki sözümüz. Analizden evvel, tespitle başlama niyetindeyim. Bugün ulusalcı olduğunu iddia eden kimi kesimlerin ulusalcılığı, Türk solunun “tam bağımsız Türkiye” sloganıyla somutlaştırdığı bir geleneğin sapmasıdır. Türk solunun ulusalcılığı tarihi olarak birbirinden farklı kesimler tarafından oluşturulmuştur. Temelinin harçlarını, Şevket Süreyya Aydemir’in Kadro, Doğan Avcıoğlu’nun Yön ve Devrim hareketleri, Deniz Gezmiş liderliğindeki THKO örgütü, Milli Demokratik Devrim akımı beraberce ve farklı düzeylerde atmıştır. Altmışlı yılların ulusal bağımsız hareketleri ve saygın Üçüncü Dünya oluşumunun, ulusalcılık üzerindeki tesiri büyüktür. Ulusalcılık, Kurtuluş Savaşı’nın antiemperyalist ve antikapitalist yanına dayanmakta ve referanslarını hem Marks’tan hem de Mustafa Kemal’den almaktaydı.
Harekete hâkim görüş, Kemalist devrimin tamamlanmadığıdır. Altmışlı yılların ulusalcılığına göre, toprak reformu yapılamamış, halk iktidara gelememiş ve memleket, ağa-işbirlikçi sermaye ve sair gerici odakların elinde oyuncak olmuştur. Bu güç odakları dağıtılmadıkça, demokrasi ya da parlamentarizm bir anlam ifade etmeyecektir. Bu sebeple, Türk demokrasisini, “cici demokrasi” “Filipin demokrasisi” gibi isimlerle anmakta ve bu durumu aşmak için toplumun zinde kuvvetlerine önem vermektedir. Bu zinde kuvvetler ise, vatansever askerler, öğrenciler ve aydınlardır. 27 Mayıs’ın başarısından da güç alarak, benzer yöntemlerle ülkeyi dönüştürmeyi amaçlamaktadır. Devrimci bir iktidar, feodal ve yarı feodal unsurları tasfiye edecek, Kemalist devrimleri pekiştirecek, memleketin ABD’ye bağımlılığını kıracak ve kalkınmaya yönelik, sosyalist bir yönetim anlayışı yerleştirecekti. Ağalar, şeyhler ve işbirlikçi sermaye gücünü yitireceği, memleket bağımsızlığına ulaşacağı ve ekonomik refah sağlanacağı için, halk bilinçlenecek ve zamanla demokrasiye geçilecekti. Çok kaba hatlarıyla, buydu ulusalcı sol. Bozuk düzenin demokrasisini göstermelik bulmakta ve Kemalist devrimi sosyalist bir yorumla tamamlamak hedefini taşımaktaydı. Bu siyasi görüşün, memleketin o dönem içinde bulunduğu durum hakkındaki tespitlerinin çoğunu kendime yakın bulduğumu ifade etmeliyim. Getirdiği çözüm önerisini ise bugünden bakıp eleştirmenin pek manası yok.
Hayal Kırıklığı
Altmışlı yılların ulusalcılığı oluşurken ne 12 Mart ne de 12 Eylül rezaletleri meydana gelmişti. Ordu, o yıllarda birçok insan için cumhuriyetin harcını atan ve 27 Mayıs’ı gerçekleştiren ilerici bir güçtü. Kazın ayağının öyle olmadığı 12 Mart ve 12 Eylül’le idrak edildi. 12 Mart’ta güvenilen ordu, Deniz Gezmiş’i astırıp, Yön hareketindekileri hapse attırdı. Ordu, 27 Mayıs ve getirdiklerini adım adım kendi elleriyle sildi. Sol ulusalcılar da, NATO’ya üye bu orduyla Amerikan emperyalizminin kırılamayacağını anlayıp, güdük Türk demokrasisini özgürleştirme yolunu seçtiler. 12 Mart ile 12 Eylül arasındaki goşist öğrenci hareketlerinde ulusalcı, Türkiye’ye özgü sosyalizmden ziyade, Leninizmin, Maoculuğun ve hatta Stalinistçiliğin ön plana çıkmasının sebeplerinden biri budur. 12 Mart’a kadar askeriye içinde azımsanamayacak oranda bulunan solcu akımlara yetmişli yıllarda rastlanmamasının temel sebebini de burada aramak gerekir. Hem ordu içindeki sol unsurları tasfiye etmiştir hem de genç subayları Kemalist olmayan bir sosyalist anlayışla fethetmek olası gözükmemektedir.
Ekonominin Militarizasyonu
1980 öncesi, genel olarak Ecevit’in CHP’sine yaklaşan Türk ulusal solculuğu; 12 Eylül’e dirençle karşı çıkmış daha sonra da Anap iktidarına muhalefet etmiştir. Bu siyasi duruş, yine antiemperyalizm ve sosyalizmden kaynaklanmaktaydı. Çünkü ulusalcı sol görüşe göre, 12 Eylül ve Özal iktidarı, ABD’nin planladığı bir ekonominin militarizasyonu projesiydi. Yani, asker zoruyla, ABD’nin talep ettiği iktisadi bir düzenin getirilmesiydi söz konusu olan. Pinochet Şili’sindeki gibi ülkeye ABD’den prenslerin akın etmesi de bu görüşü destekler nitelikteydi. Ulusalcı sol, liberal iktisadi reçetelere muhalefet ederken, öte yandan 12 Eylül’ün antidemokratik yanlarına da karşı çıkmaktaydı ve genel olarak seksenlerin SHP’sine destek vermekteydi. Bir yandan da altmışlı yıllarda ilerici bir güç olarak değerlendirdiği ordunun, 24 Ocak kararlarının muhalefetsiz bir ortamda uygulanması için memleketin solunu işkence tezgâhlarından geçirirken, ağalara, sermayeye ve İslamcılara nasıl da iyi davrandığına tanıklık etmekteydi. 12 Marttan önce halkın düşmanı gerici odaklarla mücadelede yanında göreceğini sandığı zinde kuvvet, 12 Eylülle açıkça kimin yanında kimin karşısında olduğunu göstermiş oldu. Ulusalcı sol hareketten gelen ve hala kendini solda hissedenler, demokrasi içerisinde Anap ve 12 Eylül damgalı rejimle mücadele edenlerin en önemli temsilcileriydiler.
Ne Oldu?
Sonra bir şeyler oldu. At izi it izine karışıverdi. Kızıl Elma koalisyonlarını, MHP’yle işbirliği yapan eski solcuları görerek hayrete kapıldık. Ne oldu da ulusalcılık ne olduğu belirsiz, garip bir şemsiye kavrama dönüştü? Hangi gelişmeler, Deniz Baykal’ı Hrant Dink’in cenazesinde yürümekten alıkoydu, Türk Solu adını utanmazca taşıyan bir dergiye Dink’in ardından “Hoş Gidişler Ola” başlığını attırdı. Ne oldu da, AKP’nin getirdiği TCK’nın 301. maddesini CHP savunur oldu? Ne oldu da, kimi solcular Enver Paşacılığa soyunup, Kerkük’e asker yollamayı savunmaya başladı? Ne oldu da CHP-MHP koalisyonu kimseyi yadırgatmayan bir seçenek haline geldi? Ve ne oldu da, memleketin sosyal demokratları halkın ezilen sınıflarının haklarından hiç bahsetmeyip, sadece Kıbrıs’a, Kuzey Irak’a ve 301. maddeye odaklanan bir siyasi anlayışa hapsoldu? Doksanlarda ve iki binlerde ulusalcı sol geleneğin nasıl bir sapmaya uğradığı ve bu soruların yanıtları bir sonraki yazıda aramakta fayda var. ( Sayın site ziyaretçilerine not: Site arşivinde, ulusalcılık ve sol ilişkisine değinen birçok yazıya ulaşmanız mümkün).

21.3.07

Asık suratlı solculuğa itiraz.../ Ulaş Bayraktar

Burak Cop son yazısında Nazım Hikmet ve daha güncel olarak Beşiktaş'ın Çarşı grubu üzerinden “solculuk” yapılmasını eleştiriyor ve bunun anlamsızlığına dem vuruyor.

Futbolun Türk entelijansiyasının kitlelerle doğru düzgün eklemlenebildiği yegane toplumsal olgu olduğunu çoktan idrak etmiş olmama rağmen, herhangi bir takımın ortalama bir taraftarı bile olmayı becerememiş biri olduğumu özellikle vurgulayarak başlamalıyım meramımı anlatmaya. Dolayısıyla, birazdan dile getireceklerimin Çarşı grubunu bir taraftar olarak savunmaya kalkmakla uzaktan yakından ilgisi olmadığını belirtmeliyim.

Bu sitede yayınlanan ilk yazılarımdan birinde Türkiye'de solun hiçbir zaman iktidar olamadığına ve dolayısıyla Türkiye'nin aslen sağcı bir toplum olduğunu iddia etmiştim. Bununla mücadele etmenin, bu gerçekliği dönüştürmeye çalışmanın haliyle birçok yolu olabileceğini kabul ederek, ben yerel yönetimler ve yerel siyasetin önemine dikkat çekmeye çalışmıştım. Bu yazıda da, Burak'ın yazısı vesilesiyle aynı minvalde popüler kültürle solun ilişkisine dikkat çekmek isterim.

Siyaset dünyanın her yerinde aslen semboller üzerinden yapılır. Siz isterseniz var olan en tutarlı ve isabetli teorik ve ideolojik çerçeveyi kurgulamayı başarın, bunun kitleselleşmesi ancak ve ancak popüler semboller üzerinden olacaktır. Çünkü, özellikle Türkiye gibi bir coğrafyada, kitlelerin o ideolojik kavramsallaştırmayı sadece akıl yoluyla içselleştirmesi hayli zor olabilir. İddialarınız geniş bir toplum kesimi tarafından dile getirilmeye başlasa bile, bu ancak belli nakaratların şeklen tekrarına dönüşecektir. Türkiye'de solun kronik olarak “asık suratlı” olmasının temelinde yatan sebep de budur. Çoğu zaman çeviri kokan, ağdalı bir dille, değil kitlelerin, mürekkebi ziyadesiyle yalamış aydın sınıfının bile tam olarak anlamakta zorlandığı bir dille kurgulanmış ideolojik varsayımlar, iddialar ve önerilerin kitlesel bir güce ulaşmasını beklemek hayalperestliğe girmez mi?

Zaten oldum olası belli önyargıların ve tehditlerin gölgesinden kurtulamayan sol söylemler bir de söylemin elitist karmaşıklığı ile nefessiz kalma tehlikesi ile karşı karşıyadır. Bu tarihsel ve teknik zorluğu aşmanın yollarından biri, ideolojik birlikteliğin sadece kavramsal bir kurgulama olarak kalmayıp, gündelik hayata dair sembollerle güçlendirilmesi olabilir. Başka bir deyişle, solun günümüz şartlarında sadece akla değil, duygulara da hitap edebilmesini sağlamak gerekecektir.

Bu duygusal eklemlenmeyi en azından ağıtta, kederde başarabildiğimizi kabul etmeliyim. Yoksa hangi politik dinamizm günümüz Türkiye'sinde Hrant Dink'in cenazesi ardından yürüyen yüzbinleri tekrar bir yerlerde toplayabilir. Eğer kötü günde buluşulabiliyorsa, iyi günde de toplanabilmenin yolları bulunmalıdır ve bu da ne yazık ki sadece siyasal söyleminizin gücü ve tutarlılığı ile kotarılacak bir hareketlilik olamaz.

İşte tam da bu nedenle, solun popüler kültürle iç içe girmiş sembollere ihtiyacı var. Kabul etmeliyiz ki, memleketin etnik zenginliğini Kardeş Türküler'in ezgileriyle, Sezen Aksu konserleriyle, savaş karşıtlığını Mor ve Ötesi ve Duman'ın şarkıları ile, 12 Eylül trajedisini Babam ve Oğlum'la, Beynelmilel ile, solun eleştirelliğini Çarşı'nın karşıtlığıyla, insanseverliğini Nazım Hikmet'in dizeleriyle anlatmaya mecburuz. Ancak bu popüler kültür etkinlik ve ürünleri ile sol; o asık suratlı, ukala ve seçkinci havasından kurtulup, zaten tarihsel olarak sola karşı bilenmiş kitlelerle aynı dili konuşmayı başarabilecektir.

Tabii ki, sadece bu popüler ikonlar üzerinde siyaset yapılabileceğini iddia edemem ama en azından tanışma faslında biraz güler yüzlü, mütevazi ve basit olmanın yararına inanıyorum. Bu anlamda, Çarşı'nın, FenerbahCHE'nin solculuğunu fazlasıyla önemsiyorum1.

Bu çabaların, etkinliklerin anlamsızlığını iddia etmek bence en hafifinden elitizmin bohem kaderine razı olmak anlamına gelecektir.


1Böylesi sol dertleri olan taraftar gruplarının biraraya getiren http://www.forzalivorno.org/solacik/ sitesi özellikle dikkate değer.

19.3.07

Beşiktaş solculuğu/ Burak COP

2002 yılı Nazım Hikmet’in doğumunun 100. yıldönümüydü. Türk şiirinin bu gelmiş geçmiş en büyük ustalarından birinin anılması elbette ki beklenen, olağan, dahası gerekli bir şeydi. Ancak sanki bu yâd etmenin ayarı biraz kaçmış mıydı ne… Gazeteler, dergiler, televizyonlar Nazım Hikmet’ten geçilmiyordu. Üstelik bu, yıllar süren bir sessizlik ve kayıtsızlığın ardından gelen bir “yeniden keşfetme” de değildi esasen. Soğuk Savaş’ın sona ermesinin ardından Türk devleti zaten Nazım’la (haliyle) tek taraflı barışmıştı. Yasaklılıktan çıkmıştı büyük şair. Öldükten yaklaşık 30 yıl sonra dahi olsa, halkına kavuşmuştu 90’ların başında. Bilinmezlik yerini önce tanımaya, sonra sevgiye bırakmıştı. Ama yine de o 2002 yılı nedense Nazım Hikmet’in sürekli kafalara kakıldığı, dillerden düşmediği, insanın içini baydığı bir sene oldu. Bu sıkıntılı sürecin başrol oyuncuları, tahmin edileceği üzere solculardı. Mustafa Suphi’den 12 Eylül’e, modern Türkiye tarihinin müzmin “kaybedenleri” yani. Katliamlarla, cinayetlerle, işkencelerle, darbelerle, halktan destek görememelerle, seçim sandıklarına gömülmelerle geçen uzun yılların hesabı Nazım üzerinden mi görülüyordu acaba? Bir büyük yenilgi “Nazım zaferi”yle telafi ediliyordu sanki. Bu coğrafyaya bir türlü hâkim kılınamayan değerler, işin kolayına kaçılarak “Nazım-mania” üzerinden yeniden üretiliyordu. Ya da üretildiği yanılsamasına kendini kandırırcasına kapılıyordu insanlar. Biraz da “psikolojik rahatlama” vesilesi olarak belki de…


Bugün de benzeri bir “solculuğu yeniden üretme yanılsaması” Beşiktaş kulübünün taraftar grubu Çarşı üzerinden yapılıyor. Tamamen aynı saiklerle, aynı komplekslerle ve aynı ruhsal durum içinde. Ve en az Nazım vakasındaki kadar hatalı, yersiz biçimde.


Kurulu düzene eleştirel yaklaşma iddiasındaki aydınların, Türk futbolunun üç kurumsal oligarkından birini ‘sol’la bağdaştırması gerçekten incelenmeye değer. Beşiktaş’ın üç büyüklerin en küçüğü olması, bu kulübün “renkli” rakiplerine oranla “iktidar”dan (burada iktidar derken hükümeti falan değil, tahakküm ilişkilerinin gerisinde bulunan ve Michel Foucault’nun tespitiyle “her yerde” olan iktidarı kastediyorum) daha uzakta durduğu algısına yol açıyor, tamam. Buna lafım yok. Ama milyon dolarlık transferleri, yüz binlerce dolarlık sponsorluk anlaşmaları, şirketleşmişliği, borsadaki hisseleri, televizyon kanalı ve saire ile kapitalizme tartışmasız biçimde eklemlenmiş bir “şirket”ten solculuk devşirmek de neyin nesi? Türk futbolundaki kirlenmişlikten “renkli” rakipleri, ligin figüran takımları, Türkiye’deki futbol yönetimi ve medyadan daha az nasiplenmemiş bir kulübü ‘sol’la bağdaştırmak… nasıl ve neden? “Eski ülkücü” bir suç örgütü liderinin kulübe kanca atmışlığı ortaya çıktığında ve bu durum “şampiyonlukta hiç mi payımız yok?” sorusuna muhatap olan bir menajerin istifasından gayri bir sonuç üretmediğinde, bu tutumun anlamsızlığı ortaya çıkmadı mı?


Bu noktada belki şu söylenebilir; “biz bir tüzel kişilik olarak BJK’yı değil, Çarşı örgütlenmesini ‘sol’la ilişkilendiriyoruz”. Ama gene de havada kalan bir şeyler var. Beşiktaşlı olmamama rağmen, ailemin anne tarafının takımı olmasından ötürü belli bir sempatim var bu kulübe. Çarşı’ya ise bilhassa sempati besliyorum zira İspanya’da ırkçı saldırıya uğrayan Afrikalı bir futbolcuyla dayanışmak, milliyetçilerin öfkeden kendilerini kaybettikleri bir dönemde “Nobel’i alkışlamak”, nükleer santrallere muhalefet etmek; kabul etmek gerekir ki Türkiye’ye bol gelen güzellikler. “Hepimiz Plüton’uz” gibi incelik ve zeka ürünü pankartlar da cabası. Öte yandan şu da bir gerçek ki, Türkiye’nin bütün stadyumları 90’lardan beri milliyetçiliğin hem tezahürlerine sahne oluyor, hem de her seferinde yeniden üretildiği ortamlar teşkil ediyor. Ve İnönü Stadı da ne yazık ki bunun bir parçası. Hrant Dink’in ölümünden sonraki ilk maçta “hepimiz Ermeniyiz” pankartının indirilip “hepimiz Türküz”ün asıldığı yerdi İnönü. “Peki senin takımının stadında işler nasıl?” diye sorarsanız, hiç sormayın derim, zira bugüne kadar sayısız defa “ya Allah bismillah”lı tezahürat işittim kurt işareti yapan vatandaşlardan…

Beşiktaş semtinin bir orta sınıf muhiti olması, seçimlerdeki tercihleri itibariyle sosyal demokrat eğilimi ve Perihan Abla dizisinden kalma, pre-kapitalistik bir “mahallelilik” ve “delikanlılık” kültürü; Çarşı’nın ‘sol’la ilişkilendirilmesine yol açıyor. Ama gelin görün ki bu -maalesef- bir yanılsamadan ibaret. Teşbihte hata olmaz, devlet kapitalizmini sosyalizm zannedip KİT’leri savunmak gibi bir şey bu. Hele hele, ola ki bir tüzel kişilik olarak BJK’yı ‘sol’la bağlantılandıran varsa, kendilerine akıl-fikir dilerim. “Yok o öyle değil ama Çarşı öyle” diyen varsa da, “keşke” der gülümserim…