Yeni Söz

23.6.06

Oedipus sendromundan mustarip bir ülkenin türban sorunu / Ulaş Bayraktar



Özgür yine o hayranlık uyandırıcı berraklıkta ve akıcılıktaki diliyle ne zamandır yazmayı düşündüğüm bir konuda, türban hakkında son derece leziz bir yazı kaleme almış. Hazır laf buraya gelmişken, ben de eteğimdeki taşları hızla ve dolayısıyla biraz özet olarak dökmeye çalışayım.

Öncelikle, farz edelim türbanın temsil ettiği tehdit hiç şüphe bırakmayacak kadar gerçek ve korkutucu olsun. Kendi adıma ben hiçbir şekilde böyle düşünmüyor olsam da, bu benim Kırmızı Başlıklı Kız sendromumdan kaynaklanıyor olabilir. Hani demokrasi, insan hakları, düşünce ve ibadet özgürlüğü kılığına girmiş bir şeriatçı kurdu, ben büyükannem sanıyor olabilirim. Öyle bile olsa nasıl olsa bir oduncu çıkar beni ve büyükannemi kurtarır ya, bu metaforu başka bir yazıya bırakıp asıl meseleye geri dönelim.

Neyse efendim, farz ediyoruz ki, Özgür’ün aktarmış olduğu AİHM gerekçesinin de teslim ettiği gibi gerçekten de “Türkiye’de toplumun tümüne kendi dini simgelerini ve dini kurallara dayalı toplum tahayyüllerini dayatmak isteyen aşırı siyasi hareketler akımlar bulunmakta” ve türban bu akımların başlıca araçlarından ve sembollerinden biri olsun. Peki bu söz konusu tehditle mücadele yolunda en uygun strateji ne olmalıdır ya da daha spesifik olmak gerekirse, üniversite öğrencilerinin üniversiteye türbanla girememesi bu mücadelede nasıl bir işlev görür?

Her şey bir yana, aynı tehdite haiz erkek öğrencilerin okullara rahat rahat girebilmesi zaten uygulanan savunma tekniğinin komikliğini gösterir. Hani sanki şeriatçı kızlarımızın üniversitelerden uzak tutulması, süreci en azından yavaşlatacakmış gibi. Yo eğer bir siyasi simge olarak üniversitelerin böylesi bir musibetten muaf tutulması hedefleniyorsa, o zaman üniversitelerdeki çift-kaşarlı tost hesabı türban üzeri peruk manzaraları neyi simgeliyor acaba? Hani son zamanlarda televizyonlarda bir jöleli kek reklamı var ya; sınıfın iri kıyım karakteri sınıfa girer ve herkes bir anda jöleli keklerini saklar. Sadece bir kızcağızımız saklayamaz ama tam keki kaptıracakken jöleli keki jölesi alta gelecek şekilde ters çevirir; bu haliyle keki sıradan –jölesiz- kek sanan iri kıyım arkadaş büyük bir hayalkırıklığıyla gerisin geri döner. Jöleli kek- türbanlı öğrenci; teşbihte hata olmaz... Türbanlar peruk altı, rejim güvende...

Ama sorunsalın daha can alıcı boyutu, bu malum dinibütün kızlarımızı üniversite dışında tutmanın olası faturasında yatıyor. Farz etmeye devam edelim ve bu kızların bir takım sosyo-politik veya sadece ailesel baskılarla türban takmaya zorlandıklarını kabul edelim. Türk toplumunun ataerkilliği ve dolayısıyla kadının toplumsal hayattaki durumu göz önünde tutulduğunda bu hiç de gerçekdışı bir olasılık değil. Gelgelelim, sorunun böyle kurgulanması yoluyla, savunulan çözüm stratejisi yani türbanın üniversite dışında tutulması tam da bu toplumsal yapının tekrar üretilmesine hizmet etmiyor mu? Başka bir deyişle, türbanlı yani bir takım baskıların öznesi olmuş bir kitlenin üniversite diploması sayesinde yaşayacakları toplumsal dönüşümünün, yükselmesinin önü kesilmiyor mu? Türkiye’deki üniversite eğitiminin böylesi bir sosyal yükselişe ne kadar hizmet ettiği tartışılabilirse de, en karamsar tahliller bile üniversiteye gidebilmiş ve sosyal ve ailesel baskılara terk edilmiş kadın arasındaki muhtemel farkı teslim edecektir. Uzun sözün kısası, üniversite eğitiminden mahrum bırakılmış bir kitlenin muhtemel bir sosyoekonomik ve bilişsel dönüşümünden de uzak tutulduklarını, dolayısıyla maruz kaldıkları iddia edilen baskılardan kurtulma şanslarının azaltıldığını düşünüyorum.

Sorunun bir başka boyutu da, üniversitelere sokulmayan öğrencilerin yaşadıkları siyasal evrim. Gerçekten de, samimi dinsel duygularla türbanını çıkarmayı rededen bir genç, tam da bu ayrımcılık yüzünden siyasallaşmıyor mu? Türban sadece türban değildir diyen Özgür’ün kalıbını kullanacak olursam; türbanın samimi dinsel inanışlardan başka bir takım eğilim ve akımlara işaret etmesine çanak tutmuyor mu bu üniversite yasağı? Kendilerini ister istemez siyasal bir mücadelenin içinde bulan bu kızların marjinalleşmesine, keskinleşmesine nasıl engel olunacak bunu anlamıyorum. Sonuçta, tam da bu yasak yüzünden türbanın siyasalaşma hızı artmıyor mu?

Daha fazla uzatmayacağım meramımı anlatabilmiş olmayı umuyorum. Çok karmaşık bir akıl yürütme değil zaten benim ki; diyorum ki türbanın temsil ettiğine inanılan tehdide yönelik savunma stratejilerinin, sorunun daha da kronikleşmesine hatta tehditin daha da güçlenmesine sebep olduğunu iddia ediyorum. Aslında bu paradoksal duruş sadece türbana yönelik değil, bakınız post-modern bir darbeyle alaşağı edilen bir siyasal oluşumun, bu süreç sonunda tek başına iktidara gelişinin ilk elden tanıkları değil miyiz?

Bu tehdite hizmet eder savunma stratejilerini düşündükçe, ‘Faces of the State” kitabında Oedipus sendromu metaforunu Türkiye’ye uyarlayan Navarro-Yashin’i hatırlamadan edemiyorum. Malumunuz, bir tarafta oğlu tarafından öldürüleceğinden korkan bir kral, bir tarafta babasını öldürmemek için ebebeyn sandığı aileyi terk eden ama tam da bu sayede babasını öldürüp, annesiyle beraber olan oğul. Tıpkı mitolojik hikayede olduğü gibi Türkiye de aman şeriat gelecek diye abuk sabuk önlemler almaya çalışarak tam da bu amaca hizmet ediyor olmasın?


22.6.06

CHP’nin Sorumluluğu / Sinan Altunç



Geçen Mayıs ayının başlarından beri gündemde olan bir mesele var: Terörle Mücadele Kanunu Tasarısı’nın (Tasarı) 6. maddesine CHP Genel Başkanı Deniz Baykal’ın getirdiği eleştiri. Hatırlatmak gerekirse, Sayın Baykal söz konusu madde hükmünün Abdullah Öcalan’ı mahpusluktan kurtarabileceğini belirtmişti ve bu açıdan Tasarı’nın yeniden ele alınması gerektiğini ileri sürmüştü. Nitekim Hükümet Sayın Baykal’ın bu eleştirilerini dikkate alıp, kim veya kimler tarafından konulduğu bir türlü açıklığa kavuşturulamayan bu hükmü Tasarı’dan çıkardı. Fakat Tasarı’nın görüşüldüğü alt komisyonun CHP’li üyeleri bu sefer de, Tasarı’nın irticai teröre açık kapı bırakılacak şekilde düzenlendiği iddiasında bulundular.

Bu aktardıklarım belki de ilk bakışta normal karşılanabilecek, hatta alkışlanabilecek gelişmeler. Ancak meselenin biraz daha derinine inildiğinde işler değişiyor.

Malumunuz, TMK terörle mücadele etmek adına çıkarılmış ve bu amaçla da özgürlüklerin olabildiğince sınırlandığı bir norm. Hükümleri ifade özgürlüğü ile çelişen, ve hatta bu sebeple 2003 tarihli 6. Uyum Yasaları Paketi ile “Devletin Bölünmezliği Aleyhinde Propaganda”nın suç olmaktan çıkarıldığı bir kanun TMK.

Hâlbuki, Sayın Baykal ve diğer CHP’liler, Tasarı’nın bu anti-demokratik özelliğini tartışacağı yerde, düzenlemenin Abdullah Öcalan bakımından adeta bir af niteliğinde olduğu ve irticai terörle mücadele edemeyeceği iddiaları ile ortaya çıktılar.

CHP’liler aslında böyle yapmakla, sol bir parti kimliğiyle örtüşmeyen tavır sergilemiş oldular. Zira, siyasi yelpazenin solunda olduğunu iddia eden bir partinin veya herhangi bir örgütün, böyle bir Tasarı’yı en ince ayrıntısına kadar inceleyip, kamuoyunun önüne bu şekilde çıkması gerekirdi. Ancak bu yapılmadı. Bunun yerine, ülke bir süre tek bir maddenin kim tarafından Tasarı’ya konulduğu gibi oldukça gereksiz meseleleri tartışmak durumunda kaldı. Nitekim bugünlerde de, Tasarı ile ilgili alt komisyon görüşmelerinde, CHP’li üyeler, Danıştay tarafından hukuka uygunluğu incelenmeye başlayacak olan Milli Güvenlik Siyaset Belgesi’ne referans yapmak suretiyle tartışmaya yeni boyutlar katıyorlar.

Netice olarak, asla CHP’liler tarafından gündeme getirilen meselelerin yararsız veya gereksiz olduğu kanaatinde değilim. Bilakis daha fazla araştırmalı, daha fazla sorgulamalı ve daha fazla tartışmalıdır. Sol bir partinin sadece kendi destekçilerine değil, tüm topluma karşı olan sorumluluğu bunu gerektirir.

Açıkçası CHP bu haliyle, kendi politikasını iktidar partisininkine göre ayarlayan, umudunu halkın gözünde AKP korkusu yaymaya bağlayan bir parti görünümündedir. Bu ise, en basit ifadeyle, sol bir parti olarak topluma karşı sorumluluğunun farkında olmamak şeklinde tanımlanabilir.

21.6.06

Mağdurum, mağdursun, mağdur / Özgür Mumcu

“Mağdurum, hâkim bey”, memleket olarak olmayan bir hâkime sürekli surette halimizden şikâyet eder durumdayız sanki. Bir devlette, toplumu oluşturan kesimlerin hepsinin her şeyden tatmin olması elbette beklenmez. Kaynaklar kısıtlı, arzular sonsuz olduğu sürece, toplumsal kesimler arasındaki mücadele siyaseti belirleyecektir. Tersi durum, yani toplumun tüm kesimlerinin eş zamanlı memnuniyetine, söz konusu memnuniyet samimiyse ancak cennette rastlayabiliriz. Sahte bir memnuniyet gösteriliyorsa, baskıcı bir rejimin korkusundan kimse konuşamıyor demektir.
Türkiye bir cennet değil, rejim de çok baskıcı olmasa gerek, sahte bir memnuniyet ifadesinden de bahsetmek memnun değil. Fakat memleketteki müşteki ruh hali, her makul devlette rastlanması doğal olan, sınıflar arası çıkar çatışmasına dayanmamakta. Toplumdaki siyasi görüşlerin temsilcilerinin üzerlerinde birleştikleri belki de tek nokta, kendilerini mağdur hissetmeleri.
Mağdurların en eskilerinden biri sol. Halk tarafından fazla itibar görememekten, askeri darbelerle tırpanlanmaktan, neredeyse hiç iktidara gelememekten şikâyetçi. “Yorgun demokrat” adını verebileceğimiz bir ruh halinin umutsuzluğu ile gün geçtikçe içine kapanıp ekşileşmekte.
Başka bir mağdur ise Kürtçü siyasi akım. Kürtlerin baskı görmesi, siyasi partilerinin sürekli kapatılması, uzun yıllar süren olağanüstü halin yarattığı ortam ve PKK ile bulanık ilişkilerinden kaynaklanan sürdürülmesi zor bir mağduriyetten muzdaripler.
İslamcı siyasi görüş ise, dinin mistik tarafının da verdiği bir ilhamla, mağduriyet yarışmasında ilk sıralara oynuyor. Hükümeti tek başına ele geçirmelerine rağmen çektikleri zulüm bitmedi. Ne Ayasofya camii oldu, ne türban yasağı kalktı ne de İmam Hatiplerin önü açıldı. 28 Şubat’ın gölgesini üzerlerinde hissetmeye devam ediyorlar. Kendilerini hâla memleketin “zenci”leri olarak nitelemeleri, içinde bulundukları ruh halinin göstergesi.
Merkez sağ, kağıt üzerinde en az mağdur olması gereken siyasi hareket. Son 55 yılın hükümetlerinin ezici çoğunluğunu Demokrat Parti ve takipçilerinindi. Ama onların da 27 Mayıs’tan başlayan bir mağduriyetleri var. Efsane başbakanlarının idam edilmesi, Demirel hükümetlerinin askeri darbelerle bertaraf edilmesini unutmak ne mümkün.
İkinci cumhuriyetçi, liberal aydın hareketinin de mağduriyetleri say say bitmez. Andıçlandılar, konferans düzenlemeye kalkıştılar saldırıya uğradılar, ne deseler “Türklüğe hakaretten” kendilerini hâkim karşısında buluyorlar. Devamlı vatan hainliğiyle suçlanmaları da cabası.
Ülkücüler, 12 Eylül’ün ardından ifade ettikleri gibi, “kendilerinin hapiste, fikirlerinin iktidarda olmasının” şokunu atlatamadılar. Başkalarının çıkarları için tetikçilik yapmayı önce ideolojik sonra da mafya temelli devam ettiler. Hala iyi niyetle siyaset yapmaya çalışan kadroları; AB gerçeği karşısında afallamış, ümidini dönemsel milliyetçi tepki oylarına bağlamış bekliyor.
Kemalist sosyal demokrat kesim de az acı çekmedi. “Karşı devrime” karşı duramadılar. Hükümetlere cılız ortaklık sağlamaktan fazlasını başaramadılar. Önemli temsilcilerini karanlık fail-i meçhul cinayetlerde yitirdiler. Yükselen siyasal islama tepkiden zaten çoktan kaybettikleri sosyal taraflarından sonra; demokrat taraflarını da yitirmeye başladılar.
Tüm bu mağduriyet hali, devlet idaresinin her yakalayanın öfkeyle kadrolaşmasına, iyice umutsuz hale gelenin devlet idaresi içerisinde çeteleşmesine, buna fırsat bulamayanın teröre başvurmasına yol açıyor. Her siyasi akım, haksızlığa uğradığı düşüncesiyle, eline geçen her fırsatta kendisini haksızlığa uğrattığını düşündüklerine karşı acımasız tedbirler almaya çalışıyor. Sonuç olarak birbiriyle uzlaşması zor parçalara bölünmüş bir siyasi ve idari yapıyla karşılaşıyoruz. Tüm bunların nedenini üretim ilişkilerimizin çarpıklığına bağlasam, acaba dinozor bir Marksist olarak damgalanır mıyım acaba? Neyse, yakın tarihin en büyük mağdurudur kendisi ne de olsa.
Siyaset bilimci arkadaşlarımın mazur görsünler, çok da bilmediğim konularda biraz at koşturayım dedim. Her ne kadar sürç-i lisan ettiysem affola.

20.6.06

Türban Asla Sadece Türban Değildir / Özgür Mumcu

İstenildiği kadar türban halkın sorunları arasında öncelikli bir sırada değildir densin, türban sorunu gündemimizin olmazsa olmazı haline gelmiş durumdadır. Danıştay cinayetinden, AKP’nin atamalarına; cumhurbaşkanlığı tartışmasından, üniversitelerdeki türban yasağına her an karşımıza çıkan bu konu, herkesi bir şekilde taraf olmaya itiyor. Ancak, ülkemizde sıklıkla görüldüğü üzere, türban tartışmasını bir simgeye kilitlenmenin zihinsel tembelliği içinde yürütmekteyiz.

Yükseköğretimdeki türban yasağı, türban sorunun en can alıcı noktası. Hem geniş kitleleri etkiliyor, hem de bir yetişkinin belirli bir kamu hizmeti almasını kıyafet koşuluna bağlıyor. Sorunu hak ve özgürlükler düzleminde çözme çabası ise, İslami kesim açısından, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin Leyla Şahin kararıyla suya düşmüş vaziyette. AKP’nin son zamanlardaki hırçınlığını buna bağlayanlar da haksız sayılmazlar. Türk mahkemelerinin ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin içtihadına bakıldığında, türban yasağının sebepleri ana hatlarıyla iki noktada somutlaşıyor. Birincisi türbanın kadın erkek eşitliğine aykırı olması, ikincisi ise yine aynı mahkemenin Refah Partisi kararında da belirttiği gibi Türkiye’nin kendine özel şartları. Evet, meşhur “Türkiye’nin kendine özgü şartları” gerekçesini AİHM de kullanmaktan çekinmemektedir. Nedir mahkemeye göre bu özel şartlar? Mahkeme kısaca demektedir ki, “Türkiye’de toplumun tümüne kendi dini simgelerini ve dini kurallara dayalı toplum tahayyüllerini dayatmak isteyen aşırı siyasi hareketler akımlar bulunmaktadır.” Türban ise bu akımın bir simgesidir, dolayısıyla Türkiye’de köktendinciliğe karşı demokrasiyi koruma kamusal çıkarı, bireyin üniversitede dini inanışını ifade etme bireysel çıkarına üstün gelmektedir.

Yani bu bakış açısıyla, türban yasağı, özgürlükleri kısıtlayıcı baskıcı bir idarenin değil, aksine hürriyetperver bir idarenin ürünüdür. Türban takanlara zulüm olsun diye değil, takmayanları ileride karşılaşabilecekleri olası baskılardan sakınmak için getirilmiş bir yasaktır söz konusu olan.

Bu noktada yanıt bulmamız gereken iki soru ortaya çıkıyor. Birincisi, türban takmak gerçekten “toplumun tümüne kendi dini simgelerini ve dini kurallara dayalı toplum tahayyüllerini dayatmak isteyen aşırı bir siyasi hareket”i mi simgelemektedir? Şayet öyle değilse, aksini ispat etmek kime düşmektedir? İkincisi ise köktendinci hareketler, türban yasağının kalkması olasılığında gerçekten türban takmayanları ya da oruç tutmayanları baskı altına alabilecek kuvvette midir? Özellikle taşranın muhafazakâr şehirlerinin üniversiteleri açısından bu soru daha da önem kazanmaktadır. Bir de aslında sorulması acı olan bir üçüncü soru var. Şayet köktenci hareketler bu raddede kuvvetli iseler, türban yasağı ne kadar sürdürülebilir ve belki de daha önemlisi, bu hareketlerin üniversite dışında “toplumun tümüne kendi dini simgelerini” dayatmalarının önüne nasıl geçilir?

Denebilir ki dinî duyarlılıklar üzerinden siyaset yapanlara bu konularda sorumluluk düşmekte. Pozisyonlarını yukarıda bahsedilen soruları aydınlatacak şekilde açıkça belirlemeleri herkese yardımcı olacaktır. Türban yasağını savunan kesimlerin de, Türkiye özürlü bir ülkeymiş gibi özel şartları nedeniyle insan haklarının kısıtlanmasına cevaz verilmesiyle yetinmemesi arzu edilir. Dileriz ki toplumun neden muhafazakârlaştığını anlamaya çalışan ve bunun önüne geçmek için yasaklara bel bağlamayan bir siyasi hareket iyimser bir hayal olarak kalmaz. Yoksa dar alanda kısa paslaşmalara devam ederiz.

19.6.06

Baykal ve Nümerik Demokrasi / Ümit Yazmacı




Türk siyasal kültürü « Dörtlü Takrir »den Nihat Erim’in « Otuzbeşler Grubu »na, Turhan Fevzioğlu’nun « Yetmişaltılar »ından yine Erim’in « Onbirler »ine, II. Menderes Kabinesi’nin « Altmişbirler »inden Milli Birlik Komitesi’nin radikal « Ondörtler »ine kadar değişik muhalif grupları veya siyasal olusumları, kendilerini oluşturan muhaliflerin sayılarıyla adlandırmasının yanısıra, önceleri 141-142 veya 1402, bugünlerde ise 301 gibi değişik kanun maddelerinin numaralarını bu maddeler temelinde kovuşturmaya uğrayan veya hüküm giyen “demokrasi mağdurlarını” belirtmek için adsıllaştırmak gibi nümerik (sayısal) bir siyasal geleneğe sahiptir. Matematikle arası pek de iyi olmayan bu coğrafyanın insanı, iş siyasete gelince rakamların arkasında yatan gerçeklikten bihaber görünmekle birlikte, bu rakamların işlevlerinden haberdardır: hükümet kaç oyla düşer, Meclis’teki sandalye dağılımı nasıldır gibi sorularının cevaplarını ince olasılık hesapları çervesinde değerlendirmesini bilir. Kamuoyu yoklamaları sonucunda ortaliğa saçılan rakamların seçim sonuçlarından daha önemli adledildiği; milli gelirin değişik toplumsal katmanlar arasında adaletli dağılımından çok, kişi başına düşen milli gelirin dört haneli rakamlardan beş haneli bir rakama yükselmesinin ziyadesiyle makbul sayıldığı; bireyin tüketiciye, vatandaşın müşteriye doğru evrildigi geç modern zamanların Türkiye’sinde, seçim barajını yüzde 10’dan aşağıya “indirsek mi?/indirmesek mi?’ tartişması demokrasi anlayışımızın “sosyal”, “müzakereci”, “radikal” ya da “katılımcı” sıfatlarından çok “nümerik” sıfatıyla nitelenebileceğini gösteriyor.

TÜSİAD’in Yüksek İstişare Toplantısı’nda dile getirdiği ve Cumhurbaşkanı’nın da desteğini kazanan yüzde 10’luk seçim barajının düşürülmesi önerisi, bir tarafta “siyasal istikrar”, diğer tarafta “temsilde adalet” gibi iki onemli konu etrafında tartışılırken, toplumsal aktörlerin bu tartişmada kendilerini siyasal iktidarla olan ilişkileri ya da kısa vadeli çıkarları temelinde konumlamaları, demokrasi tartışmasının güdük kalmasını beraberinde getirdiği gibi tartışmanın bağlamından koparılarak daha yapısal bir çerçeveye oturtulması olanağıni da ortadan kaldırıyor. Siyasal iktidara yakın kamuoyu yapıcılar Kasım 2002’den beri gerçekleştirilen reformların altını çizerek “siyasal istikrar”a işaret ederken, iktidara daha mesafeli aktörler “temsilde adalet” ilkesine vurgu yapıyorlar. Popüler milliyetçilikle beslenen muhalefet partilerinin “siyasetin etnikleştirilmesi” tehlikesine dikkat çekerek AB sürecinde meydana gelen siyasal değişim/dönüşümle beraber ortaya çıkan anlamlar çatışmasıyla kendini “yersiz-yurtsuz” hisseden ve geleneksel siyasal kodlarla öznelliğini kazanmış ya da en azından kendini bu kodlarla tanımlamiş kitleleri kendilerine yönlendirmeye çalışmaları ve seçim barajı tartışmasının rakamlara indirgenip son üç seneye, bugüne ya da gelecek seçime dair değişik simülasyonlar yapılarak “hangi parti ne kadar oy alırdı?” sorusuna odaklanmiş bir zihinsel faaliyet miyop bir demokrasi anlayişını betimler. Aslında, seçim sisteminin değistirilmesine yönelik tartışmalar ve bunun akabinde zihinlere yerleşen‘hangi parti ne kadar oy alırdı?” sorusunun arka planını, öteden beri siyasal alanın “Kürtçüler”, “Solcular” ya da “İslamcılar” gibi ‘ayrıksı otlarını” pasifize ve terbiye etmenin yollarını arama çabası oluşturuyor. Bu durum aslında tam da “şu okullar olmasa, Maarifi ne güzel idare ederdik” zihniyetinin siyasal alandaki izdüşümüne tekabül ediyor: “Şu ayrıksı otlar da olmasa ne de güzel demokrasimiz var”. Hiç kuşkusuz, siyaset felsefesi geleneğimizin siyaset mekanizmasını etkilemek konusunda kısır kalması, ya da etkilediği zamanlarda seçmen nezdinde ilgi uyandırmaması demokrasi üzerine yapılan tartişmaların dar bir akademik çerçevede kalmasına ve siyasete yön verememesine yol açıyor. Başka önemli bir neden olarak ise somuttan hareketle soyuta ulaşma ya da fikirden ziyade eyleme önem veren bir düşünce pratiğine sahip olmamizi gösterebiliriz. Kemalizmin aksiyoner altyapısının fikri üst yapısını öncelemesi ve daha öncelikli olması bu bağlamda zikredilebilir.

Doksanlı yılların ortalarından itibaren tartışılmaya başlayan ‘radikal demokrasi’ kavramı ya da yerel yönetimler reformu çerçevesinde gündeme gelen “katılımcı” ya da “müzakereci” demokrasi kavramları tam da yukarıda belirtiğimiz somuttan hareketle soyuta ulaşma düşünce alişkanlığı varsayımımızı çürütecek belli bir tartışmayı başlatabilmiş olmasına rağmen, bu kavramların siyasal pratikteki yansımalarının cılız kalması, bir kez daha aksiyonun fikrin önüne geçmesini sağladı. Burada altını çizmemiz gereken önemli nokta, AB sürecinde gerçekleştirilen reformlarının başka bir ifadeyle aksiyonların, doksanlı yıllarda tartışılmaya başlanan değişik demokrasi kavramsallaştırmalarına bir şemsiye oluşturması ve bir ölçüde buna hayat vermesi, bu farklı demokrasi anlayışları arasındakı kalın çizgilerin giderek silikleşmesini, demokrasi anlayışının Maastricht Kriterleri’nin asgari ölçütleri ekseninde algılandığı oranda yeknesaklaşmasını ve giderek yasa koyucunun aktif müdahalesini gerektiren biçimsel ve şizofren bir modele doğru yoğrulmasını hazırladı. Kuşkusuz, burada fikri donanımsızlıktan ziyade gerek siyasal iktidar gerekse entellektüellerin sürecin hızlı bir şekilde işletilmeye çalışılmasına önem ve öncelik vermesi Kadınlar Günü’nde kadınların coplanmasından “İmparatorluğun son döneminde Osmanlı Ermenileri” konferansına; Orhan Pamuk Olayı’ndan gazeteciler hakkında dava açılmasına kadar birçok konuda demokrasimizin bacaklarının birbirine dolanmasına neden oldu. Geçis dönemlerinde siyasal alanın genişleme/derinleşme yönünde adımlar atması karşısında korumacı bir refleksle daralma hamleleri de yaptığını düşünecek olursak bu şizofren ruh halinin geçiciliği yönündeki umudumuzu koruyabiliriz. Fakat seçim barajının makul seviyeye indirilmesi konusundaki tartışma bizi daha derindeki yapısal bir sorunu düşünmeye teşvik ettiği gibi, ne siyasal aktörlerin yeni rollerine alışabildigini ne de eski korkularımızdan sıyrılabildiğimizi gösteriyor.
CHP’nin seçim barajının düşürülmesini “siyasetin etnikleştirilmesi” olarak görmesi kollektif kimliklerin siyasal alanda ifade edilememesi gerektiği anlamına geliyor. Halbuki bir ülkenin demokrasi anlayişi tam da kollektif eylemin yapiliş tarzına ve farklı toplumsal kimliklerin sosyal, ekonomik ve siyasal alanlarda örgütlü olarak temsil mekanizmasına girebilme biçimine göre tanımlanıyor. Deniz Baykal tarzı demokrasi anlayışı ise kollektif kimliklerin temsil mekanizmasının dışında kaldığı ölçüde örgütlenebileceğini öngördüğü ölçüde kollektif kimlikleri yadsıyor. Bu durumda bir kimlik etrafinda örgütenmiş vatandaşlar topluluğu bir aidiyet çerçevesinde değil, grup bilincinden yoksun her biri kendi hesabına oy kullanan istatistiki bir değere indirgeniyor; yani demokrasi nümerik bir içerik kazanıyor. Vatandaşın basit istatistiki bir değere indirgenmesi, siyasetin yönünün aşağıdan kollektif talepler aracılığıyla değil yukarıdan siyasetçilerin kişisel tercihleri yönünde yapılmasına zemin hazırlıyor. Demokrasi nümerik bir içerik kazandığı oranda, siyasal örgütlenmenin daha prosedüral daha organizasyonel yönleri üzerinde duruyor; seçimler kaç senede bir yapılır?, Kanun yapmak ne kadar oy gerektirir?, Meclis’te grup kurma yeter sayısı nedir? ya da seçim barajı ne olmalıdır? gibi. Oysa ki kollektif kimliklere temsiliyet şansı tanıyan daha özgürlükçü olarak adlandırabileceğimiz bir demokrasi okumasında siyasal kararlar birbirinden ayrı bireyler tarafından değil, belli bir bütünlüğün üyesi bireylerin talepleri doğrultusunda müzakere edilerek alınır. Burada altını çizmemiz gereken nokta bireyin grubun ya da kollektif kimliğin baskısı altında boğulmadan sadece aidiyet ya da belli değerler üzerinden kendini sözkonusu kollektif kimlik ya da grup bilinci dahilinde yine birey olarak ifade edebileceğidir. Deniz Baykal’ın burada yanıldığı nokta belli bir kollektif kimliğinin taşıyıcılarının monolitik bir bütün olarak sandık başında siyasal tercihlerini aynı yönde yapacağı öngörüsüdür. Halbuki tam da Baykal’ın tavrı bu kollektif siyasal bilincin ekmeğine yağ sürerek bireyin grup içinde ya da kollektif kimlik içinde silikleşmesine yardım ediyor. Benzer bir görüşü Türkiye’nin AB adaylığına karşı çıkan Avrupa sağında da uzun zamandır gözlemlemekteyiz. Türkiye’deki milliyetçi geleneğin altını çizerek, Türkiye’nin AB’ye üye olması durumunda Avrupa Parlemantosu’ndaki Türkiye kökenli müstakbel avrovekillerin siyasal tercihlerindeki tüm farklılıklara rağmen monolitik bir bütün olarak Türkiye’nin âli çıkarları çercevesinde oy kullanacaklarını, yani Baykal’ın lisanıyla söyleyecek olursak, Avrupa siyasetinin “etnikleşeceğini” dillendiriyorlar. Bu noktada içinden çıkılması zor olan soru; Avrupalılar mı Baykallaşıyor yoksa Baykal mı Avrupalılaşıyor?