
Bir süredir Türkiye sosyal demokrasisinin milliyetçilikle ilişkisini tartışıyoruz. Türkiye’de kendini sosyal demokrat olarak niteleyen birçok kişi ve kurumun milliyetçilik ile geliştirdiği karmaşık ilişki sol politik duruşun ne olduğu, veya ne olması gerektiği konusunda kafaları karıştırıyor. Bugüne kadar daha çok bu ilişkinin Türkiye iç politikası üzerine etkilerini tartıştık. Ben ise bu yazıda konunun dış politika alanındaki yansımalarına değinecek ve ortaya konan milliyetçi dış politika önerilerinin sosyal demokrat alternatiflerinin ne olduğunu özetlemeye çalışacağım.
İncelemenin konusunu dış politika olarak belirtmekle birlikte, unutulmaması gerekir ki iç ve dış politikada alınan duruşlar birbirleri ile bağlantılıdır. 301. maddenin değiştirilmesi ile ilgili alınan duruşla Avrupa Birliği (AB) politikası, azınlık hakları konusundaki görüşlerle Türk-Yunan veya Türk-Ermeni ilişkilerine dair öneriler, Irak’ın geleceğine dair ileri sürülen fikirlerle Türkiye’nin Kürt sorununa ilişkin önermeler birbirleri ile ayrılmaz bir bütün teşkil etmektedir. Bu nedenle dış politik tercihleri yönlendiren zihniyet dünyasına ilişkin tahlillerin iç politikadaki duruşları açıklamak açısından da faydası olacaktır.
Dış Politika ve Tepkici Milliyetçilik
Türk sosyal demokratlarının dış politikadaki güncel sorunlara ilişkin duruşlarının altındaki hâkim zihniyet tepkici (reaksiyoner) milliyetçilik olarak gözüküyor. ABD’nin Irak’ı işgali ve işgalin akabinde Kuzey Irak’taki gelişmeler; AB’nin içinde günden güne sesini yükselten, genelde anti-İslamcı ve ırkçı özelde ise Türkiye karşıtı görüşler; Ermeni ve Kıbrıs sorunlarında Türkiye’nin dünyada fazla destekçi bulamaması gibi hususlar bu tepkiselliğin en somut nedenlerini oluşturuyor.
Daha genel bir çerçevede ise küreselleşme sürecinin yol açtığı hızlı sosyal ve ekonomik değişimlerin ve bu değişimler karşısında ulus devletin koruyucu niteliğini kaybetmesinin toplumun özellikle orta gelir sınıflarında yarattığı kaygıların milliyetçi tepkilere yol açtığına şahit olmaktayız. Bu minvaldeki tepkilerse, en somut olarak, Türk şirketlerinin yabancılar tarafından satın alınması veya yabancıların Türkiye’de gayrimülk edinmesi gibi konular tartışılınca görülüyor.
Kürt sorunu, Türkiye’nin insan hakları sicili ve azınlık hakları gibi konular da iç politika ile dış politikadaki tepkici milliyetçiliklerin kesişme noktasında yer alıyor. Yukarda daha önce saydığım nedenlerle bir bütün olarak Türkiye düşmanı olarak damgalanan ‘Batılılar’ Türkiye’de Kürt sorunu, insan hakları gibi konularda bir açıklama yaptıklarında ‘bunlar zaten Türk düşmanı, bunlar ne diyorsa Türkiye’nin aleyhinedir’ gibi basit bir mantık devreye girebiliyor. Aynı minvalde, Kürt milliyetçiliğine ve bu milliyetçiliğin bazı hallerde terörizm olarak tecessüm etmesine yönelik tepkiler AB’ye veya ABD’ye yönelebiliyor. Bu tepkisellik hali içinde Avrupa veya ABD’de her konuşanın bütün bir ülkeyi/bloğu temsil etmediği unutulup, farklı siyasi grupların farklı saiklerle bazı düşünceleri dile getirdikleri göz ardı edilebiliyor.
Bana Karşıtını Söyle Ben Sana Seni Söyleyeyim
Bu tepkilerin hepsinin mesnetsiz olduğunu ileri sürüyor değilim. Lakin aslen üzerinde durmak istediğim konu bu tepkilerin hangisi haklı veya hangisi haksız sorusundan ziyade, bu tepkileri asıl şekillendiren zihinsel altyapıyı oluşturduğunu düşündüğüm ‘bu tepkiler hangi adrese yöneliyor’ sorusu. Örneğin Irak’ta yaşananlara tepki göstermek çok doğaldır; lakin bu tepkinin adresi ne olmalıdır? ABD mi, ABD’nin mevcut yönetimi mi, ABD yönetimini şekillendiren yeni-muhafazakâr görüş ve bu görüşün ABD dış politikası alanındaki yansımaları mı? Bu sorular arasındaki fark birçoklarına önemsiz bir ayrıntı gibi görünme riskini taşımakla beraber, denildiği üzere şeytan ayrıntıda gizlidir. Bu soruya verilecek yanıt, dış politikanızı aleyhine oluşturduğunuz ‘karşıtınızı’, bir başka deyişle dış politika kimliğinizin ‘ötekisini’ tanımlayacaktır. Her şey gibi politik görüşler de karşıtları ile var olur, karşıtları üzerinden ve karşıtları yardımıyla tanımlanabilir.
Uluslararası ilişkileri milliyetçi gözlüklerle inceleyenler kendi karşıtlarını belirlemede zorlanmazlar. Mademki dünya ulus-devletlerden oluşmaktadır, sizin karşıtınız da çıkarlarınızın çatıştığı ulus-devletler ve hatta o ulus-devletleri oluşturan uluslardır. Milliyetçilik nasıl ki kendi toplumu içindeki farklı renklere karşı körlük geliştirme eğilimli ise (bkz. ‘mozaik değil mermer ulan mermer’ tartışmaları), aynı eğilim milliyetçiliğin dış politikasında da görülür. Bu zihin dünyası içinde yabancı ülkeleri tek ses veriyorlarmış gibi algılama, bu ülkelerin içindeki farklı seslere karşı ‘seçici’ sağırlık geliştirme ve sadece işine gelenleri duyma eğilimi yüksektir.
Bu görüşe göre, örneğin, Türkiye’nin Irak’ta karşıtı ABD, Kıbrıs’ta karşıtı Güney Kıbrıs, Yunanistan ve hatta AB’dir. Karşıtlarınızı genel olarak bu şekilde tanımlamaya başladığınızda ve özellikle ülkemiz özelinde Kıbrıs ve Ermeni sorunu gibi uluslararası destek bulmakta çok zorlandığınız sorunlarınız da varsa, ulaşacağınız yer bellidir: ‘Türk’ün Türk’ten başka dostu yoktur.’ Bu yol algıdaki nüansları bulandıracak, farklı ülkelerin içindeki farklı sesleri duymanızı engelleyecektir. Bu yol ülkeyi uzun vadede yalnızlığa sürükleyecek, hele bir de Türkiye gibi gücü ile övünen bir ülke iseniz tek-taraflı (unilateralist) politikalar benimsemeniz için gerekli fikri altyapıyı sağlayacaktır.
Maalesef Türkiye’de sosyal demokratlar adına konuşanların gittikçe dış politikaya bu tarz bir milliyetçi zihin dünyasından bakma eğilimi taşıdıklarını görüyoruz. AB içindeki Türkiye karşıtı görüşleri iç politika sahnesinin en ön sıralarına koyan ve ‘Avrupalılar bizi zaten istemiyor’ fikri üzerinden politika yapmaya başlayan; Kuzey Irak’a ABD ve AB karşı çıksa dahi biz askeri müdahalede bulunalım, tek taraflı davranmak hakkımızdır görüşünü dillendiren; Kıbrıs’ta uluslararası meşruiyet nasıl sağlanmalı konusunda fikir üretmekten ziyade sert müzakere taktiklerine bel bağlayan bir dış politika… Muhatabımız ülkelerdeki nüansları, değişik politik görüşleri göz ardı eden tepkici bir dış politika… Potansiyel ve mevcut müttefiklerimizden ziyade mevcut ve potansiyel ‘düşmanlarımıza’ odaklanan bir dış politika…
Peki, ‘karşıtınızı’ –dolayısıyla kendinizi- ulus-devlet bazında veya milliyetçi zihin dünyası içinde tanımlamanın alternatifi nedir? Bu alternatifler ne gibi yeni açılımlar getirecektir? Ne gibi ittifaklara kapı açacaktır? Bu sorulara Türkiye’nin kabarık dış politika sorunları listesi ışığında yanıt arayacağız. Bu ilk yazıda sadece Irak’taki gelişmeleri inceleyecek, ikinci yazıda ise AB ile ilişkiler, Kıbrıs ve Ermeni sorunlarına değineceğiz.
Türkiye’nin Irak Politikası ve Sosyal Demokrat Perspektifler
‘Yar bana bir “karşıt” gerek’ diye çığırıp, ilk olarak Bağdat-Musul-Kerkük ellerine gidelim. Nedir Irak’ta karşı olduğumuz? Irak’taki mevcut durumda o kadar çok karşı olunacak, o kadar çok eleştirilecek nokta var ki insan seçmekte zorlanıyor. Somut olarak nelere karşı olunduğunu saydığınızda üzerinde siyasi yelpazenin birçok kanadından insanların uzlaşacağı bir listeye ulaşırsınız. Büyük çoğunluk ülkenin kitle imha silahları bulunduruyor yalanı ile işgal edilmesinin baştan hata olduğunu söyleyecektir. Yine genişçe bir kitle Irak’ın parçalanmasına karşı olduğunu ifade edecektir. Çok daha geniş bir kitle işgal güçlerinin El Gurayip örneğinde ortaya çıkan insan hakları ihlallerini kınayacaktır. Konuya daha yakından hâkim olanlar Irak yönetiminin çıkardığı petrol yasasını ve petrol kaynaklarının Batılı şirketler arasında paylaşılmasını eleştirecektir. Tabii ki Türkiye kamuoyunun üzerinde önemle duracağı başka bir konu da Irak’ın PKK için talim sahası, atlama tahtası haline gelmesi ve işgal güçlerinin buna karşı herhangi bir önlem almamasıdır. Daha azınlıkta kalan bir kitle ise, işgal güçlerin yanı sıra, Irak’ta mezhep savaşını körüklemeye çalışan Sünni El Kaide ve benzerleri ile Şii Mehdi Ordusu gibi grupları da suçlayacaktır. Başta dediğim gibi bu liste daha çok uzatılabilir; Irak’ın durumu deveninkine benzer: Deveye demişler sırtın eğri diye, o da nerem doğru ki demiş…
Irak örneğinde sorun karşı çıkılan olayları saymaktan öte bu somut olayların delilini teşkil ettiği ideolojinin, zihin dünyasının temel prensiplerini ifşa etmektir. Yeni-muhafazakarlık diye adlandırılan bu zihniyetin, kanımca, yapı taşları şunlardır: Uluslararası ilişkilerde uzlaşmanın, diplomasinin, uluslararası toplum gözünde meşruiyetin önemini vurgulayan çoktaraflılık-danışmacılık (multilateralism) yerine ulusal çıkarların uluslararası toplumda onay görmese dahi savunulması, ilerletilmesi görüşünü savunan tektaraflılık-dayatmacılık politikası. Bu dayatmacılığın bir uzantısı olarak uluslararası kurumlara saygı göstermeme, uluslararası hukuka riayet etmeme, geçinemediğiniz ülke yönetimlerini silah zoruyla değiştirme politikaları. Bu politikaların Irak örneğinde uygulanmasının ‘demokratikleştirme’ perdesi arkasına saklanan asıl amacı: neo-emperyalist enerji kaynaklarının kontrolü mücadelesi. Bu mücadelede işkenceden, idama, yeri geldiğinde ülke sınırlarını değiştirmekten, işine geldiğinde değişik etnik veya mezhepsel gruplar arası çatışmaları körüklemeye kadar her yolu, her yöntemi mubah sayan insani her türlü değerlerden arındırılmış korkutucu bir ‘reelpolitik’ zihniyeti…
Basit bir anti-Amerikancılık yerine sosyal demokrat dış politika yeni-muhafazakârlığın işte bu temel kabullerini hedef almalıdır. Karşıtınızı bu şekilde tanımladığınızda kendi politikanızın ana prensiplerini de belirlemiş olacaksınızdır: tektaraflılığa karşı çoktaraflılık, uluslararası meşruiyet kaygısı ve uzlaşmacılık, uluslararası kurumları işletmek için gerekli siyasi iradeyi gösterme, uluslararası hukuka saygı; silah zoruyla rejim değiştirme uygulamalarına karşı anti-demokratik rejimlerle mümkün olduğunca askeri güç kullanmadan uluslararası hukukun sınırları içinde mücadele, demokrasinin dünya sathına yayılması için cezalandırıcıdan öte teşvik edici politikalara ağırlık verme; neo-emperyalist enerji kaynaklarının hakimiyeti politikalarına karşı halkların ülkelerinin doğal kaynakları üzerinde egemenliğini ve yenilenebilir enerji kaynakları yaratılması için azami uluslararası işbirliğini müdafaa etme; böl-parçala-yönet politikalarına karşı demokratik, insan haklarına ve çok-kültürlülüğe saygılı rejimlerin çatısı altında, farklı etnik gruplardan, farklı mezheplerden insanların, her türlü siyasi, medeni, sosyal ve kültürel haklarına saygı gösterilmesini ve bu çerçevede bu ülkelerin toprak bütünlüğünü savunma; uluslararası ilişkilere dair kararların her türlü insani değerlerden bağımsız olarak reelpolitik temelinde alınması gereğini savunanlara karşı karar vericilerin hukuki ve ahlaki sorumlulukları olduğunu bıkmadan usanmadan dile getirme…
Dış Politika, Değerler ve Tutarlılık
Bu kısa vakıa analizinde de görüldüğü üzere karşı olduğunuz ilkeleri belirleme, kendi politikanızın dayanacağı ilkeleri bulmanıza veya açıklığa kavuşturmanıza yardımcı olacaktır. Bu tarz bir ilkeler\değerler-temelli dış politika uygulamanın en önemli koşullarından biri de tutarlılıktır. Değerlerden arındırılmış ve tamamen güç politikası temelli bir anlayışı benimseyenlerin tutarlılık gibi bir kaygıları çok olmayacaktır. Sonuçta bu düşünce okulu için uluslararası ilişkiler bir ‘al gülüm ver gülüm’ meselesidir. Bir ülkeden bir isteğiniz varsa bunun bedelini ödersiniz; bir başka deyişle kendisinden belli bir doğrultuda davranmasını istediğiniz ülke ‘neden’ diye sorduğunda bunun yanıtı ‘çünkü bunun karşılığında ben de sana şunu şunu vereceğimdir’.
Oysaki ilkeler-temelli bir dış politikada ‘neden’ sorusunun öncelikli yanıtı ‘çünkü bu ortak değerlerimize aykırı’ olacaktır. Eğer bu değeri\ilkeyi savunan olarak siz bu ilkeye bazı durumlarda uyuyor bazı durumlarda uymuyorsanız doğal olarak güvenilirliğiniz ve inandırıcılığınız azalacaktır. İşte bu nedenle, böyle bir politika uygulayacaksanız hem ABD’nin tektaraflı politikasını kınayıp hem de uluslararası bir meşruiyet kaynağı oluşturmadan tektaraflı olarak Kuzey Irak’a (özellikle Kerkük’e) askeri müdahalede bulunalım demezsiniz veya bir yandan Kıbrıs’ta federal ve hatta konfederal bir yapı talep edip diğer yandan Irak’ta federal bir düzene muhalefet etmezsiniz.
Uluslarüstü Değerler ve İttifak Olanakları
Irak politikasını yukarda belirttiğimiz gibi ilkeler-temelli bir muhalefet anlayışına oturtacak olan sosyal demokratlar uluslararası arenada kendilerine geniş ittifak alanları açacaklardır. Çünkü, her şeyden önce bu savunulacak değerler\ilkeler uluslarüstü nitelik taşımaktadırlar. Irak’ta yaşananlara bu prensipler temelinde bir muhalefet geliştiren Türkiye görecektir ki aslında savunduğu birçok konuda yalnız değildir. Örneğin, yukarda saydığımız ve ABD’li yeni-muhafazakârların yaptığının tersini oluşturduğunu ileri sürdüğümüz değerlere sahip çıkmayacak bir Avrupalı sosyal demokrat\sosyalist parti bulmak zordur. Ve hatta bu ilkeler bazında yapılacak bir politika ile ABD’li Demokratların bir kısmına dahi ulaşma imkânı bulunacaktır.
Önemli olan bu potansiyel müttefiklerinizi samimi olduğunuza, bu değerlere bugün için ve sadece ‘ulusal çıkarlarınıza’ denk geldiği için sahip çıkmadığınıza inandırmaktır ki bunun da yolu öncelikle tutarlılıktan geçmektedir. Böyle bir dış politika anlayışı ile şu anda İran, Suriye, Suudi Arabistan gibi ulusal çıkarları bizimkiyle örtüştüğü için Irak’a ilişkin bazı hususlarda işbirliği yapan ülkeler halesini uluslararası camianın daha güçlü ve daha sözü dinlenir ülkeleri ile genişletme imkanımız olacaktır.
Türkiye’nin sosyal demokratları, Meclis içindekiler veya Meclis dışındakiler olsun, gösterdikleri güçlü duruş ile 1 Mart 2003 tarihinde Türkiye’nin Irak’taki suça ortak olmasına engel olarak tarihi bir rol oynamışlardır. Tepkici bir milliyetçilik akımına kapılıp, sosyal demokrat kimlikten uzaklaşıp, Türkiye’nin Kuzey Irak’a tektaraflı müdahale etmesi gibi politikaları savunmak bu tarihi başarıyı gölgeleyecektir. Sosyal demokratlarımız ‘karşıtlarını’ belirlerken daha iyi düşünmeliler, basit milliyetçi reflekslerdense kendilerine küresel çapta işbirliklerinin yolunu açacak değerlere-dayalı bir anlayış benimsemelidirler.