Yeni Söz

10.10.07

Adres Değişikliği

Yeni Söz, yeni tasarımıyla, bu adresteki tüm yazıları da içerecek şekilde artık www.yenisoz.net adresinde.

1.10.07

Enverizm/ Umut Aksu


Erdoğan’ın bakanlar kurulunu “gizlilik” içine hazırladığı dönemde, Türkiye dışında yaşayan soydaş ve dindaşlarımızla ilgilenecek “Türk ve Akraba Topluluklar Bakanlığı”nın kurulmasının planlandığı, basın(d)a yeralmıştı / sızdırılmıştı. Bakanlar kurulunun Başbakan tarafından tek ve hakim kişi sıfatıyla lütfedilerek belirlenmesi ve burada yeralacak isimlerin kamuoyundan son ana kadar saklanması tartışılması gereken bir konu olsa da, nedir bu “Türk ve akraba topluluklar?” ve “niçin devlet siyasetinde bu kadar önemliler?” sorusu Mars’tan “Büyük Öğrenci Projesi”yle (BÖP) en prestijli üniversitelerimizden birine okumaya gelen yeşil varlığın aklına gelebilir. Biz ne de olsa kanıksadık bu yaklaşımı!


Bir parantez açalım ve bilmeyenlere BÖP nedir anlatalım. BÖP terimiyle ilk defa birçoğumuz üniversite yıllarında, onca saat dershane, test, özel ders işkencesinden sonra girdiğimiz bölümümüzde, yan sıramızda oturan çat pat Türkçe konuşan “soydaş” arkadaşımızla tanışınca karşılaşmıştık. Bizim marslı arkadaşımız da bu açlıktan öldürmeyen bursu, mümkün oldukça çok sayıda “soydaşa” vermeye dayalı sistemin genişletilmiş olmasıyla ve ÖSS işkencesine tabi olmadan almış olsa gerek. Mars’taki Türk varlığı kanıtlanamamış olsa da, bu BÖP bursları Balkanlardan Suriye’ye, Romanya’dan Rusya’ya ve özellikle de Orta Asya “Türk” Cumhuriyetlerine bol keseden dağıtılmaktadır.


Aslında BÖP de, kurulsa idi, bu “dış Türkler” Bakanlığı’nın Genel Müdürlüklerinden birinin önemli mesaisini alacak bir konu olacaktı.


Peki bu Bakanlığın olası diğer Genel Müdürlükleri ne olurdu? Ahıska Türklerinden Sorumlu Genel Müdürlük, Suni İslamı Yayma Genel Müdürlüğü, Belediyelerimizin Alt Yapı Masraflarından Tasarruf Ederek Biriktirdikleri Paraları Sovyet Coğrafyasındaki Soydaşlarımızın İhtiyaçları İçin Harcama Genel Müdürlüğü, Tatarlar Genel Müdürlüğü, Abhazlar Genel Müdürlüğü, Gürcüler Genel Müdürlüğü, Bulgaristan Türkleri Genel Müdürlüğü, Boşnaklar Genel Müdürlüğü … Listeyi uzatmak ve bu bakanlıktan nice yandaşa iş olanağı sağlamak mümkün.


Peki bu yapılanmada devasal bütçesiyle Türk İşbirliği ve Kalkınma İdaresi (TİKA) nereye otururdu. TBMM bütçe görüşmelerinde “Türk cumhuriyetleriyle ilişkilerin geliştirilmesi, Türk ve akraba toplulukların taleplerine cevap verilmesi” çerçevesinde bütçesinin 2006 yılında bir önceki yıla göre iki kat arttırılan bu Başkanlık, Genel Müdürlük seviyesine indirilmez, muhtemelen varlığını korurdu.


“Türk ve Akraba Topluluklar Bakanlığının” kurulması söylentisi, AKP’nin “kamuoyu tepkisi” ölçme demelerinden biri olarak anılarda kalacaktır. Ancak, Türkiye’nin, 1980’lerde sağ iktidarlarla başlattığı ve Japonya, Norveç, ABD ve Almanya gibi ülkelerle yarışır seviyedeki dış yardımlarının, dış politikamızda, iktidar partilerine nepotizm ve oy avcılığından katkısı dışında ne tür yararı var?


Nuray Mert, bir zamanlar, Türkiye sosyal bir devlettir çünkü Avrupa’nın orta ve alt sınıfına hiçbir zaman ulaşamayacağı beş yıldızlı tatili makul fiyata sağlamaktadır demişti. Türkiye, Anayasa’da “şimdilik” yeralan sosyal devlet özelliğini, bu Bakanlık sayesinde bir adım daha ileri taşıyabilir. Nasıl mı? Az gelirli Gürcistan köylerine su şebekesi, Karapapaklara cami, Başkortlara okul yaparak; Abhazlara defter dağıtarak. “Türk ve Akraba Topluluklar Bakanlığı” bu sosyal devletin eylemcisi olabilir.


Peki Hobbes’ın Leviathan’ındaki irade birliği ve karşılığında Türk halkının alacağı hizmet bu denklemin neresinde?

Doğaçlama Zamanı /Özge Mumcu

Recep Tayyip Erdoğan’ın Wall Street Journal’a verdiği röportaj Atatürk’le ilgili soruya İngilizce “happened” yanıtı vermesi dikkati olan biten olarak görünenden öteye, yani olana RTE’nin yanıt diliyle devam edersek “happening”e taşıdı. Erdoğan ile makalede ön plana çıkan bir başka konu ise RTE’nin “laik seleflerinden” daha başarılı olarak ele alınmasıydı. (http://www.milliyet.com.tr/2007/09/29/son/sonsiy15.asp)

Öncelikle olan’dan başlayalım. Happening, 1950’li ve 1960’lı yıllarda, performans, oyun, olay ya da durumların sanat olarak ele alınması anlamına geliyor. Daha çok doğaçlamaya dayanan bu sanat türünde yer sınırlandırılması yoktur. Anlatısının ana öğeleri bellidir ve izleyiciyi de içine sokmayı amaçlar. (basit kaynak: http://en.wikipedia.org/wiki/Happening )

AKP iktidarı başarılı bir happening sahneye koyuyor. Temel öğeleri ise son beş yıldır her gün medyada karşımıza çıkan kavramlar: laiklik, türban ve kamusal alan. İtirazı olanlara yanıtı hazır: “herkes kendi işine baksın”. Adeta tıkır tıkır işletilen, ehil ellerce sahneye konulan bir sanat gösterisinin göbeğindeyiz. Gösteri oldukça kalabalık aslında, kamuoyunun (anayasa taslağı, cumhurbaşkanı seçimi gibi konularda) desteğinin demokrasi adına sağlanması istenirken “uzlaşma dayatması” söylemiyle şahlanan iktidar yanlısı basın, korkusundan mıdır bilinmez karşı kampa düşüveren “hürriyet” ve bu sahnede söylem cambazlığı yapan bir Başbakan, “ılımlı” görünmeye çalışan çocuğunun ayıbını örten bir baba söyleminde bir Cumhurbaşkanı, itirazcı -yabancı basının dillerine doladığı şekilde- “katı laik güçler” ve sahneye seçimden seçime giren bizler.

Bir sahnede bizler için kurulu. Sahi, bu sahnede siz neredesiniz? Kaç kişiyiz biz diye mi sayıyorsunuz, yoksa türbanlılar aslında azaldı diyen araştırmalara mı alkış tutuyorsunuz? Özelin kamuya, kamunun özele, elde kalan özelin de iğdiş edildiği Malezya topraklarına mı bakıyorsunuz? Ilımlı islama giden yol zamanlamayla mı, onbeş yıl boyunca önce Malezya sonra da İran mı diye düşünenlerdensiniz?


Demokrasi adına AKP’ye destek verenlerden misiniz? “Asker ayıp etti” deyip yaşananlara gözlerinizi kapıyor musunuz? Günceli takip edin sadece “mundar bardak” operasyonu bile bu yapının ne kadar “demokratik” olduğunu göstermekte. (http://www.haber1.com/haber/20070928/Ankarada-mundar-bardak-operasyonu.php)

Demokrasi bir tramvaysa, o durakta artık inen biri var.

Neoliberal demokrasinin “yıldızları” olan Menderes-Özal ve Erdoğan üçlüsünün özelliğini de Wall Street Journal’daki makalede Robert L. Pollock güzelce özetliyor; “‘(Ekonomide) Rekabet için engeller düşürülüyor, ‘vergi oranları azaltılıyor, ‘girişim serbestleştiriliyor’. Bu boş bir konuşma değil, Sayın Erdoğan kesinlikle Türkiye’nin ekonomisine, IMF’ye bağımlı laik seleflerinden daha iyi hizmet etmiştir.”

IMF politikalarının başarılı temsilcisi RTE laik seleflerinden daha başarılı görüldüğüne göre, bu ılımlı islam temalı “happening” bir sure daha sahnede olacak. Laik selefleri ise kriz çıkaran, statükocu ve asker yanlısı olarak tarihe geçecek. Bizler ise toplumca laiklik tartışmaları, türban nasıl takılır, mahalle baskılarına, Malezya tartışmalarına gömülüp gideceğiz, sonra ellerimizle sardığımız yumak saçılacak ve Gargamel’in kedisi Azman hepsini bir birine dolayacak.

Happening’de doğaçlama zamanı...

27.9.07

Cuntacısın Dediler Söz Vermediler / Özgür Mumcu


Hiç bir şeyden çekmedi bu memleket Anayasa’dan çektiği kadar. Meclis hükümetini öngören bir Anayasa’yla çok partili rejime geçti, sistem dağıldı. Sistem dağılınca, özgürlükçü bir Anayasa yaptı askerler eliyle. O da üzerimize bol geldi diye yine asker eliyle daraltıldı. 12 Mart’ın askeri savcıları en çok “Anayasayı tağyir, tebdil ve ilga”dan dava açtı. Daraltılmış Anayasa da bol gelmiş olsa gerek ki, 12 Eylül’de yepyeni bir deli gömleğinin adına Anayasa dedik.
Aldıkaçtı Anayasası, gerçekten ne kadar hak ve özgürlük varsa alıp da kaçmıştı. Örgütlenmek yasak, grev yasak, konuşmak yasak... Koca memleket bir askeri garnizon nizamına sokulmaya çalışıldı. Hatta Anayasa referandumundan önce, Anayasa taslağı aleyhine propaganda bile yasaktı.
Bugünlerde yeni bir Anayasa yapamama sürecine girdik. AKP iktidarı birilerine bir takım taslaklar hazırlatıyor. Ama süreci eleştirmek de her zamanki AKP manevrasıyla, askercilik ve cuntacılık sayılıyor. Anayasa hazırlanma süreci hakkında yorumda bulunana hükümet, susup yerine oturması telkin ediliyor. Hükümetin ilgilenmediklerini de AKP yanlısı köşe yazarları, 12 Eylül Anayasasını savunmakla suçluyor. Erdoğan’ın elinde Kenan Evren’in imkanları olsaydı, muhtemelen o da Anayasaya karşı propagandayı yasaklardı diye düşünmeden edilemiyor.
İmdi ilk olarak belirtilmesi gereken, AKP geleneği Aldıkaçtı Anayasası’na ses çıkartmazken, bugün 12 Eylülcülükle suçladıklarının, askeri yönetim esnasında 12 Eylül Anayasası’nı eleştirme cesaretini gösterdikleridir. Gazete arşivleri bu sebeple kapatılan gazetelerin eksik sayılarını bir siyasi cesaret nişanı gibi yakasında taşır.
Bir anayasada temel olarak iki unsur bulunmaktadır. Birincisi yasama-yürütme ve yargı ilişkilerinin düzenlenmesi, ikincisi ise vatandaşların hak ve özgürlüklerinin belirlenmesi. 12 Eylül Anayasası iki konuda da sınıfta kalmıştır elbet.
Avrupa Birliği sürecinde, anayasanın hak ve özgürlüklere ilişkin maddeleri değiştirilerek, insan hakları en azından kağıt üzerinde Birliğe aday olunacak seviyeye getirildi. Böylelikle, 12 Eylül Anayasası’nın en büyük kusuru, büyük ölçüde giderilmiş oldu. Bugün ardı ardına yapılan değişikliklerle, Anayasa’nın temel hak ve özgürlüklere ilişkin maddeleri Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ne paralel bir düzenlemeye tabi. Elbette, hak ve özgürlüklerin daha da iyileştirilmesi ortak talebimiz olmalı. Bu noktada da rehber olarak İnsan Hakları Mahkemesi’nin Avrupa kamu düzeni adını verdiği sisteme iyiden iyiye girmek edinilmeli. Anayasa’da artık çok da sorunlu olmayan temel hak ve özgürlüklerin somutlaştığı kanunların elden geçmesi ise çok daha önemli. Anayasa’da ne yazarsanız yazın, TCK 301. Madde bu şekilde yorumlanmaya devam ettiği sürece mana ifade etmeyecektir.
Türban yasağının kalkması için Anayasa’da bir düzenlemeye gitmenin de tehlikesi büyük. Tehlike türbanla üniversiteye girilmesi değil. Bu konudaki görüşümü daha önceki yazılarda belirttim. Tehlike dini bir yasağın Anayasa’da ifade edilmesi. Yani ilahi bir kuralın, beşeri bir yasama işlemine konu olması. Laiklik, türbanı üniversitede yasaklamak değil ama, türbandan açıkça bir Anayasa hükmünde bahsetmek hiç değildir. Anayasa Mahkemesi’nin kararından sonra hukuken zor da olsa, başkaca bir çözüm yoluna gitmek şart.
Anayasayı oluşturan ikinci unsur yani yasama-yürütme-yargı ilişkilerinde ise tamamen bir karmaşa içindeyiz. Yakın zamanda bir referandumla başkanlık sistemine geçmemiz öngörülürken cumhurbaşkanının yetkileri kısıtlanmak isteniyor. Başbakandan daha çok oy almış bir cumhurbaşkanı ihtimalinde, bu sadece siyasi gerilim getirecek bir düzenleme tarzı. Öte yandan, Anayasa Mahkemesi’nin üyelerinin önemli kısmının Meclis tarafından belirlenmesi de yargı-yasama ayrılığına önemli bir darbe (Fransa’da da sistem bu şekilde ama onun başka sebepleri mevcut). İdarenin işlem ve eylemlerini denetlemekle de görevli Danıştay’a da benzer bir yöntemle üye belirlenmesinin sakıncaları da bariz.
Yetkisiz ama halk çoğunluğunun seçtiği cumhurbaşkanı, süpermen yetkilerine sahip bir başbakan ve hükümeti denetleyecek yargı organlarının hükümet güdümüne girmesi. Bu formülden sağlıklı bir demokrasi çıkmaz. Anayasayı sadece sivil diye tüm bu kusurlarla bağrımıza basmamız beklenmesin. Bir Anayasanın sivil olması onu otomatik olarak mükemmel yapmaz. Sıfatlar her zaman içerikleri belirlemez. Hitler sivil ve laiktir ama demokrat değil. Portekiz’deki Kadife devrim askeri darbedir ama sonuna kadar demokratiktir, İngiltere monarşidir ama demokratiktir, Suriye cumhuriyettir ama despotiktir. Bu Anayasa taslağı da sivildir ama karma karışık ve uygulanamaz bir niteliktedir. Muhalefetin bir an önce mızmızlığı bırakıp yeni önerilerle bu Anayasa çalışmalarına yön vermesi şart. En azından taslak böylelikle kamuoyunda daha çok tartışılır. En sivil odak da kamuoyundan başkası değil. Aldıkaçtı Anayasasından sonra bir de Kaptıkaçtı Anayasası derdiyle karşılaşmamak için, her kesimin dahil olması gereken bir süreçteyiz.
Bu AKP Anayasası taslağını eleştirmek, 12 Eylül Anayasasını savunmak değildir. Aralarında takım kurup mahalle maçına çıkanların bunları tartışması ise ancak gazozuna fikri tartışmadır.

26.9.07

Rektörlerin İşi / Sinan Altunç

Başbakanın rektörlere hitaben sarf ettiği sözlerin üstünde ayrıca durulması, kısa da olsa bir tahlile tâbi tutulması gerektiğine inanıyorum. Bilindiği üzere, Hükümet ile üniversiteler arasında devam eden bir çatışma var. Dikkat edilirse, Başbakan süregelen bu çatışmada devamlı üniversitelerin kendi işlerine bakmaları gerektiğine dair sözler söylüyor. Bu en son ifadesi de bunun bir örneği.
Kısaca hatırlamak gerekirse, Rektörler Komitesi, Anayasa Tasarısı’nın değerlendirildiği toplantıdan sonra, Anayasa çalışmalarına referanduma kadar ara verilmesi gerektiğini belirten bir açıklama yapmış, bunun üzerine de Başbakan, “rektörler kendi işlerine baksın” minvalinde bir beyanatta bulunmuştu.
Şimdilik bu şekilde neticelenen bu tartışmayı, mevcut ve olası sonuçlarıyla birlikte değerlendirmek niyetindeyim.
Ülkemizde son dönemlerde güçlenen anlayışa göre, üniversitelerin meslek eğitimi veren kurumlar olarak görüldüğü bir vakıa. Özellikle, YÖK düzeninin neticesi olarak, üniversitelerin bilimsel, idari ve mali özerkliklerine son verilmesi, bunun nedeni olarak gösterilebilir. Uzun vadede topluma yarar sağlayacak bilimsel çalışmalar yapmaktan ziyade, günü kurtarma adına en büyük amacı mezunlarının iş bulması için uğraşan kurumlar haline geldi (veya getirildi) üniversiteler. Hal böyleyken, Başbakan’ın yaptığı açıklama da buna tuz biber ekti.
Üniversitelere yönelik bu bakış açısı Başbakan tarafından da paylaşılıyor olmalı ki, bilim üretilen kurumların başında bulunan kişilerin, ülke meseleleri hakkında söz söylemesini Başbakan kabul edemiyor. Zira, kendi fikrine göre, bu kişilerin işi, başlarında bulundukları kurumlarda okuyan öğrencileri ileride meslek sahibi yapmaları. Bunun dışında memleketin onlardan bir şey beklemediğini düşünüyor sanırım.
E koskoca başbakan böyle düşününce, “biricik” çocuklarını üniversiteye gönderen ebeveynlerin beklentisinin de bu yönde olması doğal tabi. Bu beklenti sadece ebeveynlerle de sınırlı kalmıyor, çocuklara da sirayet ediyor haliyle. Girmek istedikleri üniversiteyi seçerken, yayımlanan bilimsel çalışmalardan ziyade, mezunlarının iş bulma oranına dikkat etmeleri vs. bunun neticesi olarak ortaya çıkıyor. Öğrencilikleri sırasında da memleket meseleleri üzerinde asgari ölçüde kafa yorarak, “kazasız belasız” mezun olmaya bakıyorlar.Bakış açısı bu şekilde olunca, eğitim ile ilgili tartışmalarda, meselenin neden türban takmak özgürlüğüne takılıp kaldığı da anlaşılıyor. Zira, hükümetin eğitim hakkından anladığı, araştıran ve sorgulayan insanlar yetiştirmekten ziyade, özgürlük kavramını olabildiğince yüzeysel yorumlayarak, kendi siyasi anlayışı çerçevesinde nesilleri yaratmak kanımca. Nitekim, sıkıştığı yerde ulemadan görüş isteyen anlayıştan farklı bir davranış beklemek ne derece anlamlı, onu da sizlerin takdirine bırakıyorum.

Türban Meselesinde Yeni Söylem Şart / Özgür Mumcu


Hacıvat ve Karagöz’ün inatlaşmaları gibi, türban üniversiteye girsin, hayır efendim girmesin diyen taraflar birbirleriyle boynuz tokuşturadursun, türban sorununu daha geniş bir yaklaşımla ele almak gereği açık.
Osmanlı-Türkiye tarihinin batılılaşma macerası 19. Yüzyıl başlarından bu yana sürüyor. Bu macera filminde Yeniçeri-Esnaf-Ulema kısmı tutucu kötü adam rolünü oynarken, Bürokrat-Harbiyeli, devleti kurtarmaya çalışan kahraman rolünü üstlenmiştir. Günümüze kadar da kavga maalesef hala bu iki kesim arasında. Bu da belki bize ait öz be öz Türk malı sınıf çatışmamızdır, bu da ayrı bir konu.
Bu batılılaşma macerasının ana özelliği, batılılaşmanın bölük pörçük denenmesidir. Zaten meşhur “Batının ilmini alalım, kültürünü dışlayalım” bakış açısı da buradan çıkmaktadır. Mahçup batılılaşmamız, özellikle Tanzimat döneminde şahikasına ulaşacak şekilde, ikili bir müesseseleşmeyi de beraberinde getirdi. Laik mahkemelerle şeri mahkemeler, skolastik orta çağ medreseleriyle batılı eğitim kurumları aynı anda aynı toplumda yer aldı. İslamcı düşünürlerin örnek gösterdiği de buna yakın bir sistem. Tüm Medine Vesikası ya da Refah Partisi döneminin çokhukukluluk tartışmaları aslında, bu ikili yapının yeniden tesisi arzusunu taşımakta. Postmodern çok kültürlülük teorileriyle karıştırılmalarına aldanmamak gerek.
Küçük Mustafa’nın Şemsi Efendi mektebine girmesiyle değişen hayatı, ilkokul kitaplarında boşuna anlatılmamaktadır. Çünkü cumhuriyet, kısmi Batılılaşma fikrine nihayet son vermiş ve batılı eğitim kurumlarının, geleneksel islami eğitim kurumlarına üstün olduğu fikrini, cumhuriyetin kurucusu üzerinden dillendirmektedir. Tevhid-i tedrisat, tüm okulların Şemsi Efendi Mektebi’ne dönüşmesi hikayesidir.
Hukuktaki ikilik ise, dünyanın belki de ilk gönüllü reception hareketiyle, Batı devletlerinin kanunlarının benimsenmesiyle radikal bir biçimde kaldırıldı.
Osmanlı’nın yarım yamalak batılılaşmasının getirdiği ikili evren, Cumhuriyetle tekleştirildi. Hukuk ve eğitimde batılı esaslar hakim olurken, ulemanın dayanağı medrese ve şeriat mahkemeleri tasfiye edildi. Maçı, Asker-Bürokrat ekibi kazanmıştı. Bu ekibin de, bütünlükçü bir batılılaşmadan yana olmasından doğal bir sonuç akla gelemez zaten. Bürokrat batılı Galatasaray Lisesi, asker ise batılı Harbiye mezunudur. Yani Şemsi Efendi’nin mezunları, mahalle mektebinin talebelerini sosyal hayatın tanzimi konusunda mağlup etmişti. Ancak sayısal üstünlük mahalle mektebi mezunlarında olduğundan, cumhuriyetin eğitimde ikiliğe son vermesine rağmen, neredeyse her seçimde iktidara gelmeyi bildiler. Liderlerinin serüvenleri bir önceki yazıda kısaca incelenmişti.
Bu teklik-ikilik konusunun zaten herkese malum olan hikayesi kabaca böyle. Türban meselesi de işte bu hikayeyle yakından ilintili. Amaç batılılaşma ise, yani günümüzün değerleriyle batılı bir demokrasi tesis etmek ise, türban yasağını da içeren genel bir reform yapmak gerekiyor. Eğitim alanında, hakiki anlamda hem demokratik hem de laik bir sistem mümkün. Şu anda Türkiye’deki eğitim sistemi iki niteliği de taşımıyor. Victor Hugo “Reaksiyonerlik, fikri iflasın siyasi adıdır” der. Türban yasağına reaksiyoner bir şekilde yapışmak ve öneride bulunmamak reaksiyonerliktir. Eğitim düzenimizin dinle ilişkisinin sorunlu olduğu ortada. Bu sebeple, laiklik adına salt türban yasağını savunmak ya da demokrasi diye sadece üniversiteye türbanla girilmesinden yana olmak, çıkmaz sokaktır. Demokrasi bir karşılıklı ödünler düzeniyse, ödünleri belirli bir sistematik içerisinde tespit etmek icab eder.
Yazıyı çok uzatmamak kaygısıyla ve diğer yazarlarla beraber tartışmak ümidiyle naçiz fikirlerimi paylaşmak isterim:
Yüksek öğretimde türban yasağı, tüm mahalle baskısı kaygılarına rağmen kaldırılmalı. Çünkü asıl olan eğitim kurumunun niteliğidir. Kurumda verilen eğitimin demokratik ve laik ilkelere dayanması ana kaygı olmalı. Bunun yanında eğitim sisteminde Tanzimat dönemine benzer bir ikilik yaratan imam hatip liseleri de kaldırılmalı. Devletin liselerde din eğitimi vermesi izah edilebilir değil. Ancak dini duyarlılıkları yüksek şahısların özel liselerinde Milli Eğitim’in belirleyeceği ilkeler ve sürdüreceği denetim altında, din derslerinin verilmesi mümkün olmalı. İlköğretim okullarında bırakın zorunlu din dersini, seçmelisi de kaldırılmalıdır. Var olan Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi öğretmenleri Kuran kurslarında görevlendirilmeli, isteyen veli çocuğunu okul saatleri dışında bu kurslara yollamalıdır. Söz konusu dersin ahlaka ve dinler tarihine ilişkin kısımları, hayat bilgisi ve tarih derslerinde işlenmelidir. İlahiyat Fakültesi kontenjanları ise imam ihtiyacına göre ayarlanmalı, tedrici olarak tüm imamların üniversite mezunu olması hedeflenmeli. Eğitimde tüm bunlar, topluca yani hiç biri göz ardı edilmeksizin gerçekleştirilmezse, türban yasağı tartışmalarının tozu dumanından geriye ne laiklik ne de demokrasi kalacak. Gerçi ne bu iktidarın bunları yapacağına ne de muhalefetin önereceğine inancım var. Darbe ve şeriattan bağımsız bir üçüncü yol için yeni siyasi önerilere ihtiyaç sonsuz. Yeni önerilerle siyasi fikir tarlasını işlemezsek, yeni bir dini ya da askeri darbeyle tarlanın zehirli bir nadasa bırakılma ihtimali var.

24.9.07

Baskın Hoca bir yere koşmuyor/ Burak Cop



Sevgili Serhad Kara, Baskın Oran’ı eleştirdiği yazıyı kaleme alalı iki haftadan fazla oldu ama ben yoğunluktan daha yeni cevap yazabiliyorum. Bir de Serhad’ın yazısını biraz geç farkettim, onun da etkisi var. Neyse, mühim olan tarihe not düşmek…

Serhad çok sağlam bir kaynaktan duyduğuna göre ben de doğru kabul ediyorum. DTP ortak adaylar girişimi başlar başlamaz “İstanbul’daki iki bölge de benim” demiş ve Baskın Oran’a da Ankara’dan aday olmasını önermiş. Serhad yazısında bu dediğim dedikçi tavrı doğal karşıladığını ifade ediyor şu satırlarla: “Beğenirsiniz ya da beğenmezsiniz İstanbul'da Ortak Aday girişimine dahil olan en güçlü parti DTP idi ve DTP'nin dışında kaldığı birleşik bir solun İstanbul'da başarı şansı yok denecek kadar azdı. Dolayısıyla bu talep gayet normal karşılanmalıydı”.

Ben ise aynı görüşte değilim. İstanbul’un her iki yakasındaki seçim sonuçları göstermiştir ki, DTP oyları bu partiye milletvekili kazandıracak sayının epey gerisindedir. Öyle olmasaydı Doğan Erbaş 45 bin değil, 75 bin oy alır ve meclise girerdi. Dolayısıyla ben “topun sahibi DTP’dir, o nasıl isterse takımlar öyle kurulur, maç öyle oynanır” gibi bir yaklaşımın haklı ve geçerli olabileceğini düşünmüyorum. Belki Doğan Erbaş’a ve onu ittirenlere göre öyleydi ama sandık yalan söylemez… Bunun yanı sıra Oran’a Ankara’yı önermek DTP’nin ne kadar hakkıysa, İstanbul’u istemek de Oran’ın o kadar hakkıdır görüşündeyim. Oran’ın adaylığını açıklayış biçimi eleştirilebilir ama burada da erkene alınmış seçim takviminin sıkıştırması rol oynadı, vakit sahiden de dardı, daha sıfırdan bir kampanya inşa edilecekti… Ve Ahmet İnsel, Osman Kavala, Gençay Gürsoy, Tarık Ziya Ekinci gibi birbirinden saygın aydınların desteğiyle, Baskın Oran bir basın toplantısıyla adaylığını açıkladı. Bu isimleri zikretmemin sebebi, Oran’ın adaylığını açıklamasının hiç de öyle aksi bir adamın kafasının dikine gidip bildiğini okuması biçiminde tezahür etmediğini göstermek. Ama tabii bu noktada da elitizm ve halktan kopukluk eleştirisi getirilebilir. Halbuki AKP, CHP, MHP, DTP, vs. halkla kucak kucağa belirler milletvekili adaylarını, öyle değil mi…

Öyle veya böyle, Serhad’ın da hatırlattığı gibi, neticede DTP Baskın Oran’ı destekleme kararı aldı. Fakat ardından, hem kendilerini hem de Hoca’yı yakan o talihsiz manevrayı yaptılar. Ben bundan ötürü DTP’yi eleştirmeyeceğim çünkü bu konuda özeleştiri yapma olgunluğunu gösterdiler. Yalnızca şunu söylemekle yetineceğim, çok sağlam bir kaynaktan (ister misiniz Serhad’ınkiyle benim kaynağım aynı kişiymiş mesela) duyduğuma göre Doğan Erbaş, Ahmet Türk’e rağmen, bir tür emrivakiyle aday olmuş. Ahmet Türk’ün partinin lideri olduğuna dikkati çekerim… Ya da bunları bir kenara bırakalım, neticede bir parti bir adayı önce destekleyeceğim diyor, sonra cayıyor. Olay bu kadar basit, bu kadar talihsizdir, eğer ahde vefa ilkesi sizin için birşey ifade ediyorsa. “Ama Baskın Oran Bin Umut Adayları toplantısına katılmadı” gibi bir gerekçeyi ise ben gerekçe olarak kabul edemiyorum.

Serhad Kara’nın “Doğan Erbaş’ın adaylığını açıklamasından sonra bu gariplik (iki aday sorunu- B.C) düzeltilebilirdi” yorumuna kesinlikle katılıyorum. Katılmadığım ise Serhad’ın, Oran’ın, kampanyası sırasında DTP’ye karşı olumsuz bir yaklaşım sergilediği tespiti. Bence tam tersi, Baskın Oran, dili ince kemikli bir insan da olmasına rağmen, kampanyası boyunca DTP’ye yönelik centilmence bir tavır sergiledi. DTP’ye en ufak bir eleştiri dahi yöneltmedi. “O konuda” hiç ağzını açmadı.

DTP’nin özeleştirisine gönderdiği kutlama mesajında “aferin, bir daha yapma emi yavrum” minvâlli, “hocaca” bir ifade olabilir Baskın Oran’ın. Biraz öyle bir kişiliğe sahip olduğu yer yer hissediliyor. Tabii bir tür meslekî deformasyondan söz etmek de olası. Ayrıca (muhtemelen Serhad da bana katılacaktır) “gölge kabine” projesini yapılabilir bulmuyorum. Öte yandan Serhad, Hoca’nın “bizim hareketimiz” ifadesini de eleştiriyor. Halbuki Baskın Oran kampanyasında yan yana yürüyen, slogan atan insanların arasında yer alıp, “bizim” olan yepyeni bir hareketin heyecanını duymamak mümkün değildi…

19.9.07

Türk Demokrasisi Yalanı / Özgür Mumcu


“Milli iradenin tecellisi” siyasetimizin fetiş kavramlarından biri. Her siyasi akımın dayanabildiği, muğlak bir kavram “milli irade”. Kurtuluş Savaşı sırasında bugün antidemokratlıkla suçlanan Cumhuriyetin kurucu babaları, Demokrat Parti iktidarında karşı devrimcilikle suçlanan Menderes hükümeti, bugün AKP iktidarı, kısaca iktidarda kim varsa bu kavrama sırtını yaslamakta. Demokratik bir sistemde, halka dayanarak iktidar olmak ve bununla övünmek elbette eşyanın tabiatı gereği olmalı. Gel gelelim, Türkiye’deki siyasi iktidarlar defeatla asıl amaçlarının demokratik bir sistemin oluşturulması değil, oy çokluğuna dayanan otoriter rejimler kurmak olduğunu göstermiştir. Yakın siyasi tarihimiz, eline geçirdiği iktidarı baskı aracına çevirmekten imtina etmeyen demokrasi kahramanlarının resmi geçitidir.
Öncelikle tekrarlana tekrarlana somut gerçek sanılmaya başlanan bir önermeyi sorgulamamız gerekmekte. Bu önerme, Türkiye Cumhuriyeti’nin bürokrat, seçkinci, kemalist bir azınlığın iktidarında olduğunu ve halk kitlelerinin Menderes-Demirel-Özal-Erdoğan çizgisiyle bu iktidarla mücadele ettiğini, ancak seçkinci iktidarın ordu eliyle halkın taleplerinin önünü kestiğini iddia etmekte. İmtiyazlarını kaybetmek istemeyen ve halkı aşağılayan bir iktidara karşı demokrasi mücadelesi veren manevi değerleri tam Anadolu çocukları imajı iyiden iyiye yerleşmekte.
Bu noktada temas edilmesi gereken bir kaç nokta olduğu aşikar. İlkin, CHP’nin tek parti iktidarının halkı hor gördüğü örnekler olsa da, bu tavrın partinin başat özelliği olduğunu ileri sürmek güç. Dönemin CHP’sinin en katı mensuplarından Mahmut Esat Bozkurt’un şu sözlerini buna örnek vermek mümkün: “Memleket demek siyaset, edebiyat, münevverler demek değildir (...) Meclisi Ali’ye bu memleketi asırlardan beri kılıçlarıyla, sapanlarıyla müdafa eden çiftçiler girecektir... Bunlara cahil demek bütün mukaddesatı tahkir etmektir”. Kaldı ki DP de CHP’nin içinden çıkmış ve 1946’ya kadar bir günah varsa, ahlaken bunu paylaşması gereken kadrolara sahiptir. Unutulmasın ki Atatürk’ün son başvekili Celal Bayar’dan başkası değildi.
İkinci olarak, bugün sanki CHP’nin tek parti yönetimi 2002 seçimleriyle sona ermiş havası var. Hatırlatmakta fayda var, DP’nin iktidara geldiği yıl 1950’dir. Daha sonra da hükümetler ekseriyetle, “milli irade” gereğince milliyetçi mukadessatçı partilerin elinde olmuştur. Herhalde o iktidarlara seçkinci, bürokrat veya kemalist demek imkan dahilinde değildir.
Üçüncü olarak, 27 Mayıs ihtilali çok partili rejim ve demokrasiye karşı yapılmamıştır. Tarık Zafer Tunaya’nın ifadesiyle “DP iktidarı on senelik süre içerisinde (...) çok partili rejimi, aldığı çeşitli tedbirler sonunda ortadan kaldırma yoluna gitmiştir”. Yani bu bakış açısıyla 27 Mayıs, çok partili demokratik düzen tehlikeye girdiği için yapılmış ve Demokrat Parti’nin faşizan yönetimini engellemeyi amaçlamıştır. 27 Mayıs’ın şirazesinden çıkıp, işi siyasi idamlara kadar getirmesi tarihimizde önemli ve utanç duyulması gereken bir lekedir. Fakat bu leke, Menderes hükümetinin demokrasiyi ortadan kaldırma ve yeniden tek parti iktidarı kurma çabalarını unutturmamalıdır.
TCK hükümleri sebebiyle Demirel’den hiç bahsetmiyorum bile. Onun demokrasi düşmanlığı ayrı bir kitap konusu.
Dördüncü olarak, Turgut Özal’ın sivilliği göstermeliktir. 12 Eylül’ün emirleri altında iktisat programı hazırlamış, cumhurbaşkanıyken genel sekreterliğine 12 Eylül’ün kudretli ismi Kemal Yamak’ı getirmekte bir beis görmemiştir. Onun sivilliği bugünkü genç siviller hareketine benzer. Biri converse ile iktidar saraylarında turlar, diğeri de şortla asker denetler. Özal demokrat değildir. Siyasi yasaklardan yana tavrı basın arşivlerinde durmaktadır.
Beşinci olarak, AKP hükümeti demokratlıktan uzaktır. TCK 301. maddeyi getiren, değiştirmeyen, Ogün S.’yi posterleştiren polislere ceza vermeyen, 1 Mayıs’ta işçileri kıyasıya dövdüren ve bütün bunları başka bir iktidar yapıyormuş havasıyla işlerin içinden sıyrılan bir hükümettir söz konusu olan. AKP’nin demokratik tüm açılımları onun hanesine, tüm antidemokratik uygulamaları ise nasıl belli değil CHP’nin hanesine yazılmaktadır. AKP hem iktidar olmanın nimetlerinden faydalanmakta hem de özgürlük mücadelesi yapan bir muhalefet hareketi taklidi yapmaktadır.
Altıncı ve son olarak, yine Tunaya’dan bir alıntıyla bitirelim “Yapılan hareketlere, vatandaşları baş hesabıyla nazara alarak meşruiyet vermek ve bunu demokrasinin tek şartı olarak göstermek yalnız şekli bir özellikle yetinmektir ki, demokrasi ile bağdaşamaz. Çünkü demokrasi bir ideolojidir”. Yani ne tramvayda bir durak ne de bir araçtır. Yani 1950’den beri neredeyse her zaman iktidarı elinde tutan milliyetçi mukadesatçı siyasi akımlar “milli irade”cidir, demokrat asla değil. Ordunun demokrat olmadığı ve bugünkü iktidarın yolunu tanklarla açtığı da aşikarken bu iki otoriter odak arasında sıkışmak da maalesef şimdilik kaderimizdir. Çünkü halen ve Islahat Fermanı’ndan bu yana tabandan gelen gerçek bir demokratikleşme arzusu bulunmamaktadır. Ne acıdır ki, halktan gelen tek demokratik talep, kadının saçını göstermesi yasağının yaygınlaşmasıdır. Bu da bir demokratik talep olarak ele alınabilir elbette ama neredeyse tek demokratikleşme arzusu bu olan bir toplumun da demokrasiyi bir ideoloji olarak benimsediği söylenemez. Toplum siyaseti şekillendirirken, siyaset de toplumu şekillendirir. Sebeplerini bir başka yazıda tartışmak daha yerinde olacak.

18.9.07

Radikal Reform Önerisi / Özgür Mumcu


Türk demokrasisinin sürekli bir buhran halinde yaşadığı malum. Serbest piyasa ekonomisine ve küreselleşmeye de devlet olarak tüm çabalarımıza rağmen tam anlamıyla dahil olamadığımız da ortada. Vaziyet bu istikametteyken, tez elden radikal bir reform hareketinin vakti geldi de geçiyor.
Bir yandan siyasi partiler, lider sultası sebebiyle halkla yeterince bütünleşemezken, öte yandan katı devletçi gelenek ,küreselleşme ve serbest piyasaya direnmeye devam ediyor. Bu iki sorunu tek hamlede çözebilecek bir formül aslında gözümüzün önünde.
Malatyaspor’u anonim şirket olmaya Turgut Özal teşvik etmişti. Malatyaspor’un açtığı o kapıdan geçen büyük klüplerimiz hem şirketleştiler hem de borsaya girdiler. Netice olarak da Türkiye’nin sportif başarısında kayda değer bir artış yaşandı. Benzer bir yöntemin siyasi partiler için de benimsenmemesi için hiç bir sebep yok. Gerçek anlamda şeffaflığın tesisinin, serbest piyasa ekonomisinin işletilmesinin ve aşırı akımların törpülenmesinin tek yolu budur.
Borsaya kote olan partiler, spor klüpleri örneğindeki gibi her türlü faaliyetlerinden kamuoyunu bilgilendirmek yükümlülüğünde olacaktır. İsabetli futbolcu transferi nasıl spor klübünün borsa değerini arttırıyorsa aynı ilke siyasetçi transferi için de geçerli olabilir. Hatta önceden belirli bir transfer dönemi de öngörülebilir. Siyasi başarının, partinin değerinin arttırmasının da, şefaf ve rekabetçi bir siyasi anlayışın yerleşmesine getireceği katkılar göz ardı edilmemeli.
Partilerin, belediye başkanlıklardan elde ettikleri gelirleri halka temettü olarak dağıtmaları ana kural olmalıdır. İktidar partisinin haksız rekabete yol açmamak için, vergi ve özelleştirme gelirlerini bir havuzda toplaması kurala bağlanmalıdır. Bu havuzdan her parti oy oranına göre bir pay almalı ve halka dağıtmalıdır. Bu gelirlerle gerçekleştirilecek kamu hizmeti kamusallıktan çıkarılması ve hizmetin özel şirketler eliyle yürütülmesi reformun başka bir saçayağıdır. Yani siyasi partilerin hisse senetlerinden kar elde eden vatandaşlar, almak istedikleri hizmetleri bedeli karşılığı elde etmelidir. Aynı zamanda da bu hizmetleri verecek özel şirketlerin hisselerini almak suretiyle, hizmet sunumu üzerinde söz hakkına da sahip olabileceklerdir.
Bu işleyişle vatandaşa en çok kar dağıtan, en iyi işletilen partinin de seçimlerde zafer kazanması muhtemedir. Hatta ileri bir safhada, seçimler de kalkabilir ve borsa değerine göre iktidar el değiştirebilir. Doğrudan demokrasinin daha iyi bir tarifi olabilir mi?
Önerilen bu reformla, siyasi partiler de ideolojik saplantılarını bırakmak zorunda kalacaktır. Amaç her görüşten vatandaşa hisse senedi satmak, başarının ana ölçütü de hisse senetlerinin değerlerini arttırmak olmalı.
Zamanla lider sultasının kırılacağını, partilerin başına işlerinde uzman CEO’ların geleceğini de tahmin etmek mümkün.
Yabancı sermaye de teşvik edilmeli, yabancı siyasi partilerin belirli bir yüzdeyi aşmamak kaydıyla, partilerimizden hisse senedi almasının yöntemleri düşünülmelidir.
Siyasi partilerimizin şöhret sahibi yabancı siysetçileri transfer etmesi imkanının açılması da arzu edilir.
Anahatları bu olan bir reform hayata geçirilirse, anayasa, türban, cumhurbaşkanı konuları sorun olmaktan çıkacaktır. Cumhurbaşkanlığı da anlamını yitireceğinden, Türkiye’nin futboldan sonra makus talihini yendiği başka bir alan Eurovizyon yarışmasının Türk finalisti bir yıllığına cumhurbaşkanlığı yapabilir.
İlgililere bu fikirleri iletmeyi en doğal vatandaşlık ödevimiz biliriz.
(Yeni tasarımı ve daha az havai yazılarıyla, yenisoz.net yakında yayında)

7.9.07

Türkiye’de herkes birgün –en az- 15 dakikalığına mağdur olacak/ Ulas Bayraktar


Bu ülkenin her yerine ‘dikkat mağduriyet tehlikesi’ levhaları konulmalı. Bir işe yarayacağından değil elbette, sadece vatandaşları onları bekleyen beklenmedik adli, adi, toplumsal tehlikelere karşı hazırlıklı olmaları adına. Çünkü durduk yerde başınız belaya girebilir ve hayatınız göz açıp kapanıncaya kadar alt üst olabilir.

Düşünün, trafikte tanık olduğunuz trafik kazasına şahitlik yapmak üzere durdunuz ve fakat olayın esas sorumlularının aklen, vicdanen ve hukuken anlam veremediğiniz yalan ifadelerinden dolayı haftalarca tutuklu kalabilirsiniz.

Ya da Boğaziçi Köprüsü’nde arabanızla seyrederken, emniyet şeridini ihlal eden sivil plakalı bir araca tepki verdiniz ; ama bilmiyorsunuz ki, araba İstanbul’daki ordu komutanlarından birine ait. Gişelerde, polisler tarafından durdurulup, terörist muamelesi görebilir ve geceyi nezarethanede geçirebilirsiniz.

Ya da aynı komutan bir Beşiktaş maçı sonrasındaki izdihamda sizin ayağınıza basabilir ve gayr-i ihtiyarı savurduğunuz bir küfürün ardından komutanın korumasının namlusunun ucunda bulabilirsiniz kendinizi. Canınızı kurtardıysanız, tüm gece boyunca yaşayacağınız nezarethane tecrübesine şükredersiniz.

Beyoğlu karakoluna düşmüş bir Nijeryalıysanız o kadar şanslı olmayabilirsiniz tabii ki.

Ya da önce akrabalarının, komşularının cinsel istismarına maruz kalıp sonra da bu mağduriyetinizin bedelini bir de örfi olarak ödeyip, canınızdan olabilirsiniz.

Ya da bir akrabanızın, arkadaşınızın en mutlu anına tanık olurken, takımınızın şampiyonluğunu kutlarken veya yeni yılı dışarda beklerken ‘geleneksel’ olarak atılan bir maganda kurşunu gelip sizi bulabilir.

Ya da yaya geçidinden sakin sakin geçerken, müzmin bir trafik hatta medeniyet canavarı, yolun karşısına geçmenizi ebediyen engelleyebilir.

Ya da üniversite öğrencisisinizdir ve sadece saz çaldınız, başka bir dilde türkü söylediniz diye tüm eğitim hakkınızdan olabilirsiniz.

Ya da sağlam girdiğiniz hastaneyi, canınızı değilse bile en iyi ihtimalle sağlığınızı ya da bir organınızı kaybederek terk edebilirsiniz.

Ya da sokakta oynarken, yolda giderken kapaksız bir rögar deliğinin derinliklerini hayatınız pahasına keşfedebilirsiniz.

Eğer bu ‘nahoş’ tecrübelerden hiçbirine henüz şahit olmadıysanız, daha da dikkatli olun, çünkü müstakbel belanız çok yakınınızda olabilir ; çünkü her an yanlış zamanda, yanlış yerde bulabilirsiniz kendinizi.

Hazırlıklı olun çünkü yaşayacağınız makus tecrübeden daha da canınızı yakacak olan, sizi bulan belanın sorumlularının asla hak ettiği cezayı almayacağı gerçeği olacaktır.

5.9.07

Baskın Hoca nereye koşuyor?/ Serhad Kara

Bizim meslekte hatırı sayılır bir yeri olan Kanadalı meslektaşımın bana verdiği öğütlerden biri şuydu: "Özellikle yaşı ilerlemiş, profesör, hakim gibi yaptığı iş gereği çevresindekilere hükmetmeye alışmış insanlar iş yapması en zor olanlardır. Elbette ki onlarla görüşmelisin, çalışma sistemini, planını anlatmalısın ama senin işini sana öğretmeye ya da kendi bildiğini ısrarla kabul ettirmeye çalışıyorsa -ki buna yatkındırlar- ikna etme çabası içine girme, boşa zaman harcama, derhal toplantıyı bitir ve oradan kaç."

DTP, 10 Ağustos'ta özeleştiri yaptığı PM Toplantısı'nın sonuç bildirgesini kamouyuna duyurdu. Daha çok "özkendiniyerdenyerevurma" denilebilecek bu bildirgeyi DTP'nin selameti ve sol partilere örnek olması açısından önemsiyorum. Bu yazı; bildirgeyi enine boyuna değerlendirmeye değil, İstanbul 2. Bölge'de yaşanan sorun, DTP özeleştiri metni, Baskın Oran'ın özeleştiri için DTP'ye gönderdiği kutlama mektubu ekseninde, Baskın Hoca'nın nereye koştuğu sorusunun yanıtını aramaya adanmıştır.
Önce 2. Bölge sorunu nasıl çıktı buna bir bakalım. Çok sağlam bir kaynaktan aldığım bilgiye göre, DTP daha Ortak Aday görüşmeleri başlar başlamaz çok net bir biçimde tavrını ortaya koyuyor ve "İstanbul'da iki bölge benim" diyor. Beğenirsiniz ya da beğenmezsiniz İstanbul'da Ortak Aday girişimine dahil olan en güçlü parti DTP idi ve DTP'nin dışında kaldığı birleşik bir solun İstanbul'da başarı şansı yok denecek kadar azdı. Dolayısıyla bu talep gayet normal karşılanmalıydı. Baskın Hoca'ya da teklif yapılıyor, kabul görülüyor ve O'nun için düşünülen il Ankara. Ancak Baskın Hoca İstanbul 2. Bölge'yi istiyor, diretiyor ve daha konsensus sağlanmadan, mutabakata varılmadan, tüm ertele çağrılara rağmen İstanbul 2. Bölge adaylığını açıklıyor. Aynı gün herhangi bir spekülasyona mahal vermeyecek şekilde DTP geri adım atıyor ve Baskın Hoca'yı destekleyecekleri açıklamasını yapıyor. Tam tarihini hatırlayamamakla birlikte bir ya da iki gün sonra Baskın Hoca, Bin Umut Adayları basın açıklamasına gitmiyor ve "ben Bin Umut Adayı değilim" diyor. Zaten kaynayan DTP teşkilatları iyice zıvanadan çıkıyor ve iki adaylı bu garip durumla karşı karşıya kalıyoruz.
Son aylarda üç, dört defa karşılaştığım bir yaklaşım inanılmaz sinirlerimi bozuyor. Belki de ayrıntılara çok dikkat ediyorum. Bir etkinlikteyiz, ya da bir davette önemli değil, üçüncü bir kişi, bir bayanla tanıştırılıyorum. Samimiyetle, dostça elimi uzatıyorum, karşımdaki beş parmağını sıkıca yapıştırmış, elini de iyicene büzüştürmüş, el sıkışmıyor, parmaklarını değdiriyor sadece. Biraz önce sokaktan çöp toplamış gibi bir halim yok! Acaba bu "bana fazla yaklaşma" demek mi? Yahu ne yaklaşması, el sıkışıyoruz! Kim el sıkışarak hamile kalmış! Daha ilk temasta samimiyetle el sıkışmaktan imtina ediyorsan tanışma, uzak dur! Baskın Hoca da elini büzüştürerek, isteksiz, güvensiz, samimiyetten uzak bir şekilde sıktı DTP'nin elini. DTP'nin bu girişimin içinde, bir parçası olduğu biliniyor. Onlarla birlikte görünmek, aynı fotoğraf karesinin içinde yer almak istemiyorsan bu projede yer almazsın olur biter. Ama yok "ben de varım" diyorsan, -hele ki böyle bir ortaklıkta- daha sıkı sıkmalısın ortağının elini. Problem budur, Baskın Hoca ne yapacağını şaşırmıştır. Bir yandan "ben Bin Umut Adayı değilim" diyen Hoca, seçim gecesi NTV'de şunu söylüyor: "Biz çok söyledik, bu bölge iki adayı kaldırmaz dedik. Kendi yandaşlarımızın ezberini bozamadığımız için kaybettik." Hem ben onlardan değilim, hem onlar benim yandaşım??? Sizin yanınızda görünmek istemiyorum ama oylarınızı, desteğinizi istiyorum??? Ee, Sayın Hocam; bu ne perhiz, bu ne lahana turşusu?
Doğan Erbaş'ın adaylığını açıklamasından sonra da bu gariplik düzeltilebilirdi. Bırakınız böyle bir girişimde bulunmayı inanılmaz bir aldırmaz tavrı gösterdi Hoca. Baş aşağı gidiyorduk, iki adayla başarı şansı yoktu. Ama Baskın Hoca'nın ötekine doğru adım atmama, elini uzatmama, inadından vazgeçmeme gibi ezberlerini bozmaya da niyeti yoktu. Ve göz göre göre baş aşağı yuvarlandık uçurumdan.
DTP bu erdemli özeleştiri metninde İstanbul 2. Bölge'deki kayba da yer ayırmış. Bakın ne diyor metinde; "Biz aydın ve demokratlarla ilişkiyi geçici bir seçim ilişkisi olarak görmüyoruz ve bundan sonraki sürecin karşılıklı özeleştirimizle ele alınması gerektiğine inanıyoruz. İki aday gösterilmesi hatası hepimize kaybettirdiği için kendi açımızdan özeleştiriyi zorunlu kılmıştır." DTP sadece özeleştiri yapmakla kalmıyor aynı zamanda işbirliğine devam çağrısını kuvvetlendirerek elini uzatıyor.
Baskın Hoca, DTP'ye yazdığı mektupta bildirgeyi alkışladığını, erdemli bulduğunu söylüyor. Ancak kendi özeleştirisini yapmıyor. Yani yine ezber bozmuyor. "...DTP'nin bundan sonra bu türden olaylara sahne olmayacağı umudumu dillendirmek istiyorum." Mektuptan edindiğim hava, nasıl söyleyeyim bir hoca-öğrenci diyaloğunu hissettiriyor bana. "Hatanın farkına vardım mı çocuğum, aferin, bir daha yapma emi yavrum" der gibi...
Şimdi gelelim asıl meseleye. Ortak Aday girişiminin hedefi, solda oluşturulabilecek bir ortaklıkla Meclis'e tünel kazmak ve bu en yüksek kürsüden sosyalizmin sesini kırk yıl sonra yeniden haykırmaktı. Girişim başarılı olabilirse bu hareketi devam ettirmek, birleşik bir solu yaratarak üçüncü cepheyi açmaktı. Baskın Hoca; aday-bölge belirleme sürecinde sekter tutumu, ortaklaşmaktan kaçınması, bu süreci iyi yönetememesi, uyarmaya, bu baş aşağı gidişe engel olmaya çalışanlara kulak tıkaması hatta azarlaması, halktan kopuk seçim kampanyası ile başarısız olmuştur. Ancak seçim kaybedilmiş olsa da bu yeni bir kazanca çevrilebilirdi. Baskın Hoca hatalarından ders alıp, ezber bozup, yeni bir birlikteliğin, birleşik solun mimarlarından olabilirdi. Kendisinden beklenen buydu ama yine beklenen olmadı. Gölge kabine kurmaktan, "bağımsız bağımsız" yola devam etmekten bahsetmeye başladı. Söylemleri, destekçilerini arkasına alıp kendi başına hareket edeceği izlenimi yarattı. Bakın Baskın Hoca DTP'ye yönelik mektubunu nasıl bitirmiş: "Bunun için hepimiz adına teşekkür ediyorum ve bizim hareketimizin ve Türkiye'nin sevgi ve saygısını kazanacağına olan inancımı belirtmek istiyorum." (Teşkilatlarını yerden yere vuran ama en azından hemen hemen her ilde teşkilatları olan, yüzde 4-5'lik oy potansiyeline rağmen özeleştiri yapan DTP'liler, ezber bozmaya yanaşmayan, eti budu belli Baskın Hoca hareketinin sevgi ve saygısını kazandıkları, Hoca'dan geçer not aldıkları için mutluluktan havalara uçuyorlardır eminim. "Bizim hareketimiz"in ne olduğu, kimlerden oluştuğu, seçim kampanyası ayrı bir yazıyı hak ediyor, bu konuya şimdilik girmiyorum.)
Baskın Hoca'nın yanlışlar silsilesinin devamı bir parti kurmak olur ki hiç şaşırmam. Ben şahsen 101. partiyi kurmaması için ikna çabasına girmem, boşa zaman harcamam, derhal kaçarım.

14.8.07

Aklı miğfere sokmak ve CHP'liler/Serhad Kara

Bir çok solcu arkadaşımın olduğu gibi benim sevgili babam da CHP'li. Babam, üniversitede benim daha başka bir sol ile tanıştığımı anladığında ikinci sınıfta falandım sanıyorum. Sonraki iki yılı tartışarak geçirdik. (Hani vardır ya, "biz seni oku diye gönderdik üniversiteye anarşik ol diye değil" klasiği, aynen öyle) Ama ne tartışmak! Babam bilgisinden çok ses tonuyla beni bastırmaya çalışıyor, ben de o delikanlılıkla altta kalmıyordum. Sonra baktım ki hiç bir şey değişmiyor, sadece birbirimizi kırıyoruz, bir daha asla siyaset konuşmadım yıllarca. O bir yerden konuya girmek ister, ben onaylardım, "haklısın babacığım" der, geçerdim. Yıllar böyle geçti ve babamla olan siyasi tartışmalarımız tamamen bitti. Sonuçta O CHP'den çok umutlu değildi, ben de benim solumdan. Taa ki 22 Temmuz seçimleri öncesine kadar! Cumhurbaşkanlığı seçimleri oluyor, asker muhtıra veriyor, konu Anayasa Mahkemesi'ne gidiyor, Cumhuriyet mitingleri falan derken babamın nabzı daha hızlı atmaya başlıyor. Benim cephede ise Ortak Aday girişimi başlıyor, toplantılara gidiyorum, yeniden politize oluyorum, yeniden heyecanlanıyorum, adaylar belirleniyor, aktif rol alıyorum. Ve bu ortamda İstanbul dışında yaşayan ailemi ziyarete gidiyorum. Yol boyunca kendimi tembihliyorum, "konuşmak yok, emme basma tulumba gibi kafa sallanacak, gerginlik olmadan geri dönülenecek." Beklendiği üzere babam vakit kaybetmeden konuya giriyor;

-Kime oy vereceksin?

-Ufuk Uras'a.

-Oyun boşa gider, AKP'ye oy vermiş olursun.

Eskiden olduğu gibi tartışma başlıyor, uzayıp gidiyor. Ama bu defa farklı... On yıllık bir aradan sonra fikir ayrılıklarımız o kadar derinleşmiş ki, aramızdaki mesafe o kadar uçsuz bucaksız ki, o kadar büyük uçurumlar var ki... Seçim sürecinde elli kadar CHP'li ile görüştüm, hepsi aynı. "Baykal yönetimi ile sosyal demokrat seçmeni aynı kefeye koymayalım, zaten CHP'lilerin tamamına yakını Baykal'dan nefret ediyor" savı gözlemime göre yanlış ve yanıltıcı. Nefretin nedeni; hizipçiliği, uzlaşmaz tavrı vs, yani kişisel. Baykal'ın CHP'yi götürdüğü karanlığa tepki yok. Bu uzun soluklu, geniş kapsamlı bir araştırma sonucu falan değil elbette ama benim izlenimim raydan çıkan sadece Baykal değil.

Aslan sosyal demokratların söylemleri ve CHP nereye koşuyor?

1- Laiklik, Cumhuriyet elden gidiyor: Bu paranoya konuştuğum bütün CHP'lilerin gerçekten akıllarını başlarından almış. Laiklik ve Cumhuriyet için demokrasiyi bu dakika feda etmeye hazırlar.

2- "Allahtan asker var. Ordu göreve.": TSK tanrıları olmuş. Sorunlarını Allah'a havale edenlerden hiçbir farkları yok.

3- "AKP, ABD ile gizli anlaşmalar yapıyor, ülkeyi satıyor.": Sadece AKP'yi ABD'ci sanıyorlar.

4- "Ülke bölünüyor, Misak-ı Milli sınırları yok edilmeye çalışılıyor.": Kürtlere bakış MHP'den farklı değil. Barışçıl bir çözüme inanmıyorlar. Bir de Misak-ı Milli konusu var tabi. TSK ile bu konuda da hemfikirler.

5- "Bu halk daha CHP'ye sıcak bakmıyor, sosyalist bir partiye nasıl oy verecek?": Onlara göre problem halkta. Aynı zamanda bu söylemle günah çıkarıyorlar.

6- "Milliyetçiliğe yaslanmasaydı bu kadar da oy alamazdı": AKP'ye karşı güçlü olmak için milliyetçiliğe sarılmak da dahil her yol mübah.


İnsan aklını miğfere sokarsanız, her işi askere havale ederseniz, herşeyi elinize yüzünüze bulaştırırsınız. Düşünce özgürlüğünün önündeki engel 301. maddeyi savunan, darbecileri alkışlayan, militarizmden, MGK'dan yana taraf olan, antidemokratik uygulamaların savunucusu, kültürel ve kimliğe dayalı hakların, azınlık haklarının düşmanı, milliyetçi, savaş çığırtkanı, faşistlere göz kırpan, azılı katillerle, çetelerle koaliyon yapmak için can atan, emekle, ezilenlerle hiçbir bağı olmayan, statükocu bir sol parti dünya literatüründe var mı? Aslında dünya bunun bir kademe daha ötesine geçmiş halini görmüştü. Adolf Hitler'in Nasyonel Sosyalist Nazi Partisi... SS'ler de hazır... Kuvayı Milliye derneklerinde ölme, öldürme yeminleri ediliyor, emekli askerlerin evlerinde silahlar, bombalar çıkıyor. SS'lerin önemli bölümü ordudan geçmiş subaylar tarafından yönetilmişti. Bizde de bu görevi üstlenecek hayli "iyi çocuk"lar var.

Demokrasi isteyen solculardan sabun yaparız. Kuzey Irak'tan başlarız savaşa, nereye kadar gidebilirsek... Nasıl olsa vatan sağolsun diyen vefakar analarımız da var. Ama bizde yeterince Yahudi yok. Olsun Kürtlerle açığı kapatırız. Böylece Kürt sorununu kökünden çözmüş oluruz. Üniversiteleri kapatırız, olmayan yere türbanlılar nasıl girecek, bu sorun da biter. Yok demokrasiymiş, özgür düşünceymiş, yok siyasi, medeni haklarmış, hepsini haklarız. Nasıl olsa alışkınız da askeri yönetimlere, faşizme. Hepimiz safkan Türk ve özde laik geçinir gideriz...

On yıl önceki babamı geri istiyorum.

Sayın Ufuk Uras/ Serhad Kara

Sayın Ufuk URAS

Önüne geldiğimiz bu kritik dönemeçle ilgili naçizane görüşlerimi bilginize sunmak istiyorum.

Ortak Aday Öncesi Manzara

Kendisinden sol adına aslında çok şey umut etmediğimiz ama hiç olmazsa demokrasi, özgürlük, temel haklar, adalet gibi bazı temel konularda, içinde bulunduğumuz şu durumda emniyet sibobu olmasını beklediğimiz CHP, iyiden iyiye milliyetçi, bırakın demokrasi mücadelesini antidemokratik uygulamalarının savunucusu bir parti halini almış. Geniş kitlelerin asıl umudu olan özgürlükçü ve sosyalist sol ise, bin parçaya bölünmüş, neredeyse her solcu başına bir fraksiyon düşer olmuş, solcunun solcuya propagandası, solcunun solcuyu beğenmemesi gibi bir hastalık kanser gibi tüm sola yayılmış. Bir yığın fraksiyon ve parti, kendi hayal dünyasında yaşayan ve yanına kimseyi yaklaştırmayan bir çocuk gibi kumda oynamayı tercih etmiş. Bırakın geniş kitlelere umut olmayı, binlerce solcu içine kapanmış, inanılmaz bir yenilmişlik ve "bizden bir şey olmaz" duygusu yerleşmiş. Manzara buydu.

"Ortak Aday" Başlıyor

Hrant Dink'in katledilmesinin ardından toplanan yüz binler, gücümüzü yeniden anımsattı bize ve Ortak Aday fikrini çıkardı ortaya. Evet, uzun uzun konuşuldu, tartışıldı, bazı sorunlar çıktı ama sonunda bir noktada ve adaylar konusunda uzlaşıldı. Solun ortak değerleri üzerinden birleşme öngörüldü. Uyuyan dev uyandı. Binlerce solcu silkindi, herkes yeniden nefes aldığını hissetti, çünkü uzun bir süredir ilk defa bir umut vardı, bu iş bir sonuca varabilir, yenilmişliklere artık son verilebilirdi. Herkesin kazanmaya ihtiyacı vardı. Doğru düzgün bir koordinasyon, organizasyon yoktu, herkes bu kampanyanın öznesi haline geldi. Hiç kimsenin tanımadığı birileri bürolara Ufuk Uras resimli araba kokularını bırakıyor, kimileri kimseden habersiz gazetelere ilan veriyor, herkes kendince ama delice çalışıyordu. Gerçekten büyük bir enerji açığa çıkmıştı. Solcuların bir umuda ihtiyaçları vardı ve bin umudun peşinde koştular.

Hayaller gerçek oldu

DTP grup kurabilecek sayıda milletvekilini Meclis'e sokma başarısını gösterirken, İstanbul 1. Bölge'de zafere ulaştık. Bütün bu çabamızın, çalışmamızın karşılığını almak, hayallerimizin gerçeğe dönüşmesi büyük bir mutluluk bizim için. Ancak takdir edeceğiniz gibi aslında işimiz yeni başlıyor.

Şimdi ne yapmalıyız?

Hiç eveleyip gevelemeden fikrimi baştan söyleyeyim, bence Ortak Aday anlayışından sapılmamalıdır. Ortak Aday girişimi ile sağlanan birlikteliğin, oluşan gücün mutlaka bir kanala akması zorunludur. Bu tek bir parti olabilir. Mümkün değilse bütün solcuların içinde yer aldığı partiler üstü bir yapı olabilir. Temel düşüncem, bu birliğin dağıtılmamasıdır. Herkes kendi partisine dönüp yine içine kapanacaksa, yine birbirinden kopuk, dağınık yapıya geri dönülecekse, bizler de heyecanımızı kaybedip yine evlerimize kapanacaksak boşa kürek çekmişiz demektir. Seçimden seçime birliktelikler bizi güçlü, iddialı yapmaz, daha büyük başarılara götürmez. Dolayısıyla bütün sol güçleri, partileri, sendikaları, sivil toplum örgütlerini içine alan bir yapıda birleşmek elzemdir.

Ortak Aday girişiminin bence en önemli yönü yüksek değerleri içinde barındıran bir girişim olmasıdır. Tam anlamıyla sağlayamasak da anlayış olarak Ortak Aday girişimi, benmerkezcilikten uzaklaşmak demektir. Ortak Aday, gerektiğinde fedakarlık yapabilmek, feragat edebilmek demektir. Ortak Aday, kendini beğenmişlikten, diğerlerini hor görmekten arınmak demektir. Ortak Aday, uzlaşma demek, bir noktada buluşabilmeyi öğrenmek demektir. Ortak Aday aynı şeyleri söyleyip durmayı bırakıp, sonuç alıcı adımları atmak demektir. Ortak Aday, yapılanları küçümsemek, her şeyi, herkesi eleştirmekten vazgeçip güç birliği yapabilmek, üretmek, sonuca yürümek demektir.

Niyetim kimseye haksızlık etmek, suçlamak, değildir ama İstanbul 2. Bölgede Ortak Aday fikrinden uzaklaşmamızdır yenilgimizin nedeni. Çok somut bir örnek, çok affedersiniz ama aptalca bir kayıp önümüzde durmaktadır. Bu nedenle seçimden önce Ortak Aday girişiminde nasıl bir araya gelmişsek yine bir arada çalışacağımız, bir arada yola devam edeceğimiz, daha organize ve koordineli hareket edeceğimiz, bir sonraki seçim için şimdiden topyekun çalışmaya başlayacağımız Ortak Bir Yapıya ihtiyacımız vardır. Ortak Aday anlayışından, yüksek değerlerden sapmayın! Bizi birleştirin!

Tespitler

1- Ortak Aday fikrinin kısa sürede bu kadar ciddi bir patlama yaratması, tabanda böyle bir oluşuma ihtiyaç olduğunu açıkça göstermiştir. Bir ay gibi kısa bir sürede oluşan muazzam enerjiyle gelen başarı, bu hareketin ne şekilde devam etmesi, hangi anlayışı içinde barındırması ve geleceği hakkında çok net bir fikir vermiştir. Bu yoldan sapmak tarihi bir hata olacaktır.

2- Sol seçmenin heyecanı ve yakalanan momentum azalmadan, seçim sürecinde birleştirilen bağlar koparılmadan, seçim büroları Sol Milletvekilleri Koordinasyon Büroları'na dönüştürülürse sadece milletvekillerimiz değil, onlara oy veren seçmenler de Meclis'e ve "yüksek siyasete" müdahale etme ve katılma şansı bulacaklardır. Bürolarda bu defa daha planlı, programlı bir çalışma yapılacak, bu ayrıca kitleleri seçim sonrası pasifize ederek onları dört yılda bir hatırlayan burjuva siyasetine karşı, seçmenleri politize edip devamlı bir mobilizasyon sağlayacağından nitelik açısından farkımızı ortaya koyacaktır.


3- Milletvekillerimizin kanun teklifleri, önergeleri, konuşmaları adı geçen Koordinasyon Bürolarınca halka ulaştırılırsa, milletvekillerimizin çabaları, imza kampanyaları, gösteriler ve daha başka yaratıcı tekniklerle desteklenirse hem yaratılan etki büyüyecek hem de milletvekillerimizin marjinalleştirilme girişimleri önlenmiş olacaktır.

4- Ortak Aday hareketinin itici gücü siyasi ve demokratik haklardır. Bu haklarla ilgili söylemimiz bilinçli seçmen ve zaten dünyaya soldan bakan insanlar tarafından -hele ki bir birleşme söz konusu olduğundan- desteklenmiştir. Ancak salt siyasi ve demokratik haklarla geniş kitleleri peşimizden sürüklememiz mümkün değildir. Geniş kitlelere ulaşmanın yolu, emekten, sosyal ve ekonomik hakların savunucusu olmaktan geçer. Şimdiye kadar laik/islamcı ayrımına hapsedilen muhalefet, milletvekillerimizle birlikte IMF politikalarına, eşitsiz gelir dağılımına, kültürel yozlaşmaya, adalet, eğitim ve sağlık sistemindeki çarpıklıklara yöneltilmelidir. Bu konulardaki alternatif görüşlerimizi, politikalarımızı yüksek sesle hem Meclis'ten haykırmalı hem de Koordinasyon Bürolarımız vasıtasıyla halka anlatmalıyız.

5- Herhangi bir iddiada bulunmamakla birlikte, Kürt halkı için, sosyal ve ekonomik hakların, siyasi ve demokratik hakların önüne geçmeye başlayıp başlamadığı, DTP'nin oy kaybında rol oynayıp oynamadığı bence araştırılmalıdır. Kürt halkına ilişkin politikalarda DTP'nin bölgeselciliğinden sıyrılıp, iki halkın ezilmişlerinin ortak çıkarları vurgulanarak, demokrasi mücadelesinin eksenine asker vesayetinden kurtulma ve sivilleşme oturtulursa ve Kürt halkının temel haklarının tanımlanmasının bu sivilleşmenin bir sonucu olacağı iyi anlatılabilirse, kanımızca daha birbirine sıkı sıkıya bağlı ve daha güçlü bir solu yaratabileceğiz. "Kürtlere güven olmaz" gibi söylemlerden, birbirimize kuşkuyla yaklaşma hastalıklarından derhal uzaklaşılmalı, Ortak Aday anlayışı devam etmelidir. İstanbul 1. Bölgede bu sağlanmıştır.

6- Yüzde 46.6'lık bir büyük cephe vardır karşımızda. Temel hedeflerimizden biri bu cepheyi yıkma olmalıdır. AKP'nin din ticareti politikasının özü, ekonomiden ve günlük siyasetten sağlam örneklerle halkın gözünün içine sokulmalı, esas değişim ve sivil özgürlükçü bayrağı burjuva politikacılarının elinden alınmalıdır. Şovenizme, ırkçılığa, şiddete, cinsel ayrımcılığa, çevre tahribatına karşı oluşturacağımız politikaların üretim ve bölüşüm ilişkileriyle olan kopmaz bağları devamlı deşifre edilmeli, bu konuları sadece sözde muhalefet için kullanan, burjuva siyasetinin bir zenginliği olarak gösterilen gruplardan farkımız açıkça ortaya konulmalıdır. AKP'nin yumuşak karnı; -doğal olarak sermayeye hizmet ettiğinden- sosyal, ekonomik haklardaki yetersizlik, adaletsiz bölüşüm, işsizlik, fakirliktir. Sürekli bu yumuşak karna çalışılmalıdır.


7- Sonuç olarak solu ortak değerler temelinde birleştirecek bir yapı bizce şarttır. Hayal ediniz! Daha kurulur kurulmaz herkesi içine alan güçlü bir yapı. Mahallelerde Koordinasyon Büroları, internetten etkin iletişim, anında güçlü bir şekilde hareket edebilme kabiliyeti, milletvekillerimizle koordinasyonlu bir çalışma... Ufuk Uras greve çıkan THY işçilerine destek vermeye mi gitti, hep beraber desteğe, bürolarla, internetle, tüm kanallarla duyurmaya, desteklemeye. Onlar Meclisten haykıracak biz duyuracağız, biz yapacağız onlar Meclis'ten söyleyecek. Bu yolculuk başarıya giderse, sol yelpazede bu projeye soğuk bakan ukala gruplar, projenin ciddiyetini, etkinliğini gördüklerinde buna kayıtsız kalamayacaklardır, tabanlarına artık kendini beğenmişliklerini satamayacaklardır. Artık arkasına sığınacakları bir şey kalmayacaktır. Bu yol bir sonraki seçimlerde Levent Tüzelleri, Baskın Oranları, Şükrü Erbaşları, diğer sol önderleri, Zonguldak'tan bir maden işçisini, Kocaeli'nden bir lastik işçisini, Denizli'den bir tekstil işçisini Meclis'e götürecektir.

Gerçekçi olup, imkansızı istiyorum! Böyle bir yapının kurulmasını bekliyorum.


Saygılarımla…

Serhad Kara

9.8.07

Dekoratif siyaset/ Ulas Bayraktar

Ankara susuz, Melih Gökçek sessiz... Bir yanda dipleri görülmüş barajlar, diğer yanda musluktan beklerken camdan, kapıdan sel olarak gelen içme suyu. Bu akıl almaz görüntüye en ufak bir açıklama getiremeyen bir başkan ! Ne diyebilir ki zaten ? « Tatile gitmediniz, dua etmediniz böyle oldu » ya da « Boruların Emin Çölaşan tarafından sabote edildiğine dair duyumlarımız var… » Başbakan haklı ; sussun daha iyi…

Zaten bu kentsel skandalın Gökçek’in başkanlığını ya da genel olarak AKP’nin belediyecilik tarzını aşan bir boyutu var. Artık yeni bir yerel yönetim anlayışıyla karşı karşıyayız. Dekoratif belediyecilik diye adlandırabileceğimiz bu belediyecilik anlayışında öncelik bir şehrin sakinlerinin görebileceği, hoşlanabileceği alanlara veriliyor. Parklar, kaldırımlar, dekoratif objeler, viyadükler, tüneller, spor alanları, spor aletleri, çiçekler, heykeller, kapılar, taklar vb. icraatlara yoğunlaşmış bir belediyecilik anlayışı şu anda Türkiye’nin dört bir yanında hakim durumda.

Bu belediyecilik anlayışının bu kadar revaçta olmasının sebebi çok önemli iki büyük işlevsel avantaja sahip olması. Öncelikle, bu dekoratif yatırımlar, göze batmayacak kadar küçük ama rantı çok büyük faaliyet alanları olarak ortaya çıkıyor. Büyük altyapı yatırımlarının ; medyanın, meslek odalarının ve dolayısıyla yargının dikkatini çekme riski yüksekken, bu küçük yatırımlarla pek de kimse ilgilenmiyor. Oysa bir rekreasyon alanı bile semiz yolsuzluk imkanları sunabiliyor. Meblanın küçük olması dolayısıyla ihale bile gerektirmeyen bu yatırımlar akla gelmeyecek tekniklerle büyük menfaatlere hizmet edebiliyor. Örneğin bir yeşil alandaki piknik masasını marangoza değil de, bir heykeltıraşa yaptırmayı akıl ederseniz, masa bir sanat eserine dönüşeceği için paha piçmek de sizin insafınıza kalıyor. Kimse de efendim, 3 kuruşluk kereste kullandığın bu masa nasıl 300 YTL’ya maloluyor diyemiyor çünkü o masanın sanat değeri klasik maliyet analizleriyle anlaşılamaz, dolayısıyla denetlenemez hale geliyor.

Büyük menfaatlere gebe bu alanların bir diğer yararı da, şehrin sakinlerine gerçekten çalışıyor olduğunuz imajını verebilmeleri. Yeni yeni parkları, köprüleri, spor alanlarını gören halk ister istemez ‘büyükşehir çalışıyor valla ; helal olsun’ demeden edemiyor. ‘Doğrudur çaldı ama hizmet de etti allah için’ tam da bu tip başkanlar için söylene gelmiştir. Oysa şehrin altyapısına, görünmeyen ama hayati alanlarıyla ilgilenen başkanlar ancak ‘parayı toprağa gömmüş sayılırlar.’ Arada bir felaket olur, ‘çalışan’ başkanların foyaları ortaya çıkar gibi olur ama parklar da bahçelerde geçirilen birkaç saatle bunlar da hemencecik unutulur. Seli görmeyen, suyu kesilmeyen şehirlerde de kimse başkanın altyapı yatırımlarını hatırlamaz zaten.

Dolayısıyla, mantıklı her başkanın izleyeceği yol, dekoratif belediyeciliktir ki şu anda hangi partiden olursa olsun, başkanların çoğunluğu da bu yolda yürümektedir. Kayseri’de, Mersin’de, İzmit’te, Bursa’da ya da Ankara’da aynı manzara ile karşılaşmanız kuvvetle muhtemeldir. Bugün Ankara’nın susuzluğu, yarın İzmit’in çevre kirliliği, öbür gün Mersin’in seli ve Bursa’nın depremi bizi bu dekoratif belediyeciliğin felaket sonuçları ile eninde sonuda yüzleştirecektir ama o zamana kadar atı alan Üsküdar’ı çoktan geçmiş olacaktır zaten.

Her ne kadar, tüm siyasi partiler benimsemiş görünse de, bu yerel yönetim anlayışının patentini Milli Görüş’e vermek yerinde olur. Nitekim, Refah Partisi’nin 1994’te büyük şehirleri almasıyla başlayan bu anlayış, AKP hükümetleri eliyle ulusal alana transfer edildi. Hızlandırılmış trenler, bedava okul kitapları, sözde sosyal güvenlik reformları, duble yollar, sanal ekonomik refah göstergeleri hepsi dekoratif belediyeciliğin ulusal politikaya taşınmış halleridir. Yeşil alanlarla göz boyayan belediyeler gibi AKP hükümeti de bir takım şekilsel düzenlemelere dayalı palyatif çözümlerle öncelikli yapısal sorunlara çözüm geliştirmeksizin kamuoyu desteğini korumayı hatta arttırmayı bilmiştir.

İşin en acı tarafı da bu görünüşten ibaret sözde reform anlayışını sorgulayabilecek bir muhalefet odağının olmamasıdır. AKP’nin dümen suyuna giren muhalefet partileri de aynı şekilsellikte muhalefet yapmaya çalışıp, herhangi bir somut alternatif geliştimeyi beceremediler. Oysa kimsenin idrak edemeyeceği yapısal yatırımlar ve/veya reformlarla, sadece göz boyamaya yarayan palyatif çözümler arasında bir yol hala mümkün.

Yolu yine yerelden geçecek bu siyaset yapma tarzını bir sonraki yazıma bırakıyorum.

29.7.07

BAYKALmak ya da BAYKALmamak : Bütün mesele –sadece- bu mu ? / Ulaş Bayraktar

Bir gün siyasi sloganlar antolojisine girişilse ve mesela her siyasetçiye yönelik haykırışlar bir araya getirilse, Demirel’in « Kurtar Bizi Baba »sının, Ecevit’in «Umudumuz Ecevit »inin, Türkeş’in « Başbuğ Türkeş »inin, Bahçeli’nin « Devlet’in başına Devlet Gelecek »inin yanına « Baykal istifa » da eklenebilir sanıyorum.
Evet, yine bir seçim sonrası ve adetten olduğu gibi yine « Baykal istifa » nidaları memleketi çınlatıyor. Müzmin muhalifler ve başkan adayları tekrar sahnedeler. Öncelikle vurgulamalıyım ki, biraz kendine saygısı olan, mantıklı ve demokratik bir lider, CHP’nin yaşadığı seçim yenilgisini görür görmez herhangi bir çağrıya gerek kalmadan koltuğunu tereddütsüz terk ederdi. Bir sol parti lideriyle faşizmin ülkedeki en büyük temsilcilerdinden birini karşılaştırmaktan gerçekten utanarak, Ağar’ın tavrının Baykal’ı hiç mi düşündürmediğini merak ediyorum. Dolayısıyla, Baykal’ın istifasının gereklilikten öte, bir zaruret olduğunu teslim ederek gireyim yazıma.
Gelgelelim, Baykal’ın CHP’nin başkanlığından derhal ayrılması talebinin, Türk sosyal demokrasisinin yegane sorununun sadece bir kişisel liderlik problemi olmadığı gerçeğini gizlememesi gerekiyor. Düşünecek olursak, CHP’nin şimdiki haliyle başına yarın Mustafa Sarıgül, Hikmet Çetin, Hurşit Güneş ya da Fuat Keyman geçse Türkiye’nin sosyal demokrasi sorunu ne ölçüde çözülebilir ?
Sorunun, temelde partinin kurumsal yapılanmasına ilişkin yanlışlar, eksiklikler ve yozlaşmışlıklar olduğunu artık görmemiz gerekiyor. Bu örgütleniş sakatlığı, partinin herhangi bir alternatif politika önerememesine neden olduğu gibi, aynı zamanda Baykal’ın hala o koltukta oturmasını mümkün kılan faktördür. Efendim, tabandan Baykal’ın kalması yönünde büyük baskı varmış. Taban kim ; siz mi, ben mi ? Hayır, taban yerel parti teşkilatları yani Baykal sayesinde ya da en azından Baykal’a itiraz etmeyerek o mevkiilere gelmiş küçük Baykalcıklar. Bu tabanın Baykal’ın gitmesini istememesinden doğal ne olabilir ki ? Baykal’ın tasfiyesi durumunda yerlerinden olacak örgüt başkanları, delegeler, meclis üyeleri ya da belediye başkanları neden Baykal’ın gitmesini istesinler ? CHP içinde nasıl ve neden delege olunduğunu, partilerin yerel örgütlerinde kimlerin ve ne gibi motivasyonlarla yer aldığını, belediye başkanlarının nasıl bir yönetim anlayışını benimsediklerini göremeyenler tabii ki yadırgayacaktır Baykal’ın tavrını. Oysa görülmesi gereken, Türkiye sosyal demokrasisinin ne yazık ki, Baykal’a değil, gayet yozlaşmış ve bencilleşmiş bir parti kültürüne teslim edildiğidir.
Dolayısıyla, son seçim(ler)den çıkarılması gereken sonuç partinin bütünüyle yanlış örgütlendiği ve bu yanlış örgütlenme sonucu herhangi bir alternatif politika üretemeyecek bir siyasal ucubeye dönüştüğüdür. Bir sosyal demokrat parti, sonsuz ayak oyunları, nüfuz savaşları, delege pazarları ile bolca çıkar ve ayrımcılık gölgesinde oluşmuş bir parti yapısı ve en tabandan, partinin en üst mevkiilerine kadar ilmek ilmek dokunmuş himaye ve yanaşma ilişkileri ile ancak Kemalizmin kutsallaştırılmış mirası sayesinde bu kadar oy alabilir. Bu yapı ve ilişki ağlarının zirvesine kim oturursa otursun, kökten bir parti içi yapısal reforma gitmeden iktidarın adayı değil, heveslisi bile olamaz. Dolayısıyla, CHP’nin müstakbel başkanları üzerine bu kadar gürültü koparmadan önce, partinin kurumsal sorunlarına yoğunlaşmamız gerekiyor. Başka bir deyişle, partinin başında kimin olacağından çok, nasıl bir sosyal demokrat partiye ihtiyacımız olduğunu konuşmamız gerekiyor.
Bunun için öncelikle şu meşhur « Halk bize muhalefet görevini verdi » klişesini, « Hoca, beni dersten bırakmış » havasından çıkarıp, muhalefet işlevini ciddiye almak gerekiyor. Başbakanın kol saati, oğulların gemileri gibi kişiselleştirilmiş saldırılar yerine, daha yapısal sorunları, daha içerikli ve inandırıcı bir şekilde ele almak gerekiyor. Uzan’ın peşine takılıp, mazotun fiyatı, üniversite sınavının kaldırılması gibi popülist tuzaklara düşmeden alternatif üretebilecek bir sosyal demokrat söyleme ihtiyaç var.
Bunun için ana muhalefet partisinin hiç vakit kaybetmeden bir gölge kabine kurmasını ben zorunlu görüyorum. En azından temel hizmet bakanlıkları bağlamında görev verilecek partililer o alanda partinin gözcüsü, sözcüsü ve beyni olmalı. Bu gölge bakanların çevresinde oluşturulacak danışma konseyleri tarzındaki uzman kurulların yanısıra yerele inen bir parti teşkilatlanmasına gidilmeli. Kadın, gençlik gibi komisyonların yanına ve hatta belki yerine, başlıca sosyoekonomik alanlarda tematik yerel çalışma grupları kurulmalı ve bunlar konuyla ilgili yerelde karşılaşılan sorunlarla, geliştirilen çözüm önerilerini merkeze iletmekle sorumlu olmalı. Hatta delege sistemi de bu çalışma kurulları ile bütünleştirilmeli ve sadece bu faaliyetlere aktif olarak katılanların, partinin makro yapılanması ve politikalarında söz sahibi olması sağlanmalıdır.
Böylelikle, bir yandan partinin söylemi daha somut alternatif politikalar üzerinde kurgulanabileceği gibi, bir yandan da parti içi teşkilatın daha demokratik ve işlevsel bir yapıya kavuşması sağlanabilecektir. İktidarın güttüğü politikaların tabandaki somut sonuçları ve sorunlarını anında izleyip, buna hemen tepki verecek ve bu gözlemler ışığında kendi alternatif projesini geliştirebilecek bu yapılanma ile halka hitap edebilen bir sosyal demokrasi söylemi geliştirilebilecektir. Dahası, bir takım delege ağalarından kurtarılmış parti teşkilatı, daha demokratik ve liyakata dayalı bir sistem sayesinde çok daha etkin ve verimli bir şekilde çalışabilecektir.
Bütün bunların yapılabilmesi içi başkanın değişmesi gerekir mi ? Evet, kesinlikle ! Ama başkanın kişiliği buzdağının ancak görünen kısmı olabilir. Önemli olan yapısal dönüşümü sağlayabilmektir ki zaten bu değişimin gerçekleşmesi durumunda ne Baykal’ın istifasını dert etmemize gerek kalır, ne de Sarıgül’ün CHP’nin başkanlığına gelme ihtimalini.

24.7.07

Alın Size Mozaik / Sinan Altunç

Aslında üzgün olmamam gerek. Zira, 1995’ten bu yana oy kullandığım seçimlerde ilk kez amacıma ulaştım. Ancak içimde bir şeyler mutlu olmamı sevinmemi engelliyor.
Seçim akşamı, sonuçları değerlendirirken işi şakaya vurduk. Neler gelmedi ki aklımıza; AKP’nin oy aldığı bölgelere havadan iyot takviyesinden tutun da (malum Ege kıyıları CHP’nin oldu ya), bundan sonraki sefere, seçim yapılması yerine, Tarhan Erdem’in 550 kişilik kadroyu hazırlaması yeterli olacağını, böylece parmakların boyanmasına gerek olmayacağını, boşa masraf yapılmayacağını konuştuk.
Tabi bunların yanı sıra, sonuçların hepimizde şaşkınlık yarattığını da söylemem gerek. Tamam kabul ediyorum, ben de dahil olmak üzere hepimiz AKP’nin seçimlerden birinci parti çıkacağını biliyorduk. Hatta, tek başına iktidar olacağının da farkındaydık. Ancak, şahsen, oy oranını neredeyse %50 artıracağını tahmin etmiyordum.
Benim seçimlerle ilgili değerlendirmeme gelince, üç noktaya değinmek istiyorum. İlk olarak, AKP’nin kazancını sermaye sınıfının kazancı olarak görüyorum. Daha evvelki yazılarımda da değindiğim üzere, AKP’nin esas işlevinin şeriatı tesis etmekten ziyade, sermayenin taleplerini yerine getirmek olduğunu düşünüyorum. Dolayısıyla, ikinci AKP iktidarının aslında, en fazla oy aldığı alt gelir seviyesindeki yurttaşlara zarar getireceğini düşünüyorum.
İkinci olarak CHP’nin hatalarından bahsetmek gerekli. En başta söylemek istediğim, CHP’nin asla iktidarı hedeflemediği. Hiçbir parti yöneticisinden şöyle ağız dolusu bir iktidarı istiyoruz, biz başa gelince şunu şunu yapacağız türünde bir söylem işitmedim. Bunun yerine MHP ile ittifak yapılabileceği, hatta bunun da yerine, ana hedef olarak AKP’nin tek başına iktidar olmamasının hedeflendiği dillendirildi.
Tabi CHP’nin seçim dönemi boyunca bütün söylemini cumhuriyet ve laikliğin korunması gibi geniş kavramlara dayandırması ve sermaye yanlısı AKP’ye bu anlamda hiçbir şekilde alternatif yaratamaması da bir başka hata kanaatimce. Cumhuriyet mitinglerine gösterdiği ilgiyi, Hrant Dink cinayeti sonrasındaki yürüyüşlere veya 1 Mayıs’ta Taksim’e çıkılması eylemine göstermemesi bunun çok ama çok basit örneği kanımca.
Nihayet son husus bağımsızlarla ilgili. Bence bu mesele üzerinde önemle durulmayı hakediyor. Zira, %10 barajını aşmak için bulunan bir çare olan bağımsız adaylar girişimi, tamamen olmasa bile, büyük ölçüde amacına ulaştı ve bu seçimlerin gerçek galibi bence onlar oldu. Kimisi, özellikle daha önce değil de bu seçimlerde DTP’lilerin bağımsız olarak seçimlere girmelerinde art niyet arasa da, bu husus elde ettikleri başarıyı gölgede bırakmaya yetmiyor.
Bu arada, DTP’lilerin yanı sıra, Mesut Yılmaz ve Muhsin Yazıcıoğlu’na göre daha farklı bir yerde olan Ufuk Uras’ın Meclis’e girmesi de umut verici bir olay bence. Tabi ki, bu farklılık, yanında zorlukları da getiriryor. Bir kere, Ufuk Uras’tan çok şey bekleniyor. Adeta bir partiye yönelik beklenti, tek bir kişide toplanmış durumda. Elbette Uras’ın bütün bu beklentilere cevap vermesi mümkün değil. Nitekim, DTP tarafından verilen desteği saymazsak, örgütü olmadan Meclis’te gerçekleştirebileceklerinin sınırlı olduğunu baştan kabul etmek, ileride hayal kırıklığına uğramamızı engelleyecektir. Ancak bu örgütsüzlük halinin, %10 barajının bir sonucu olduğu gerçeğini de gözden kaçırmamak gereklidir.
Bağımsızların bir diğer başarısı da, %10 barajının sebep olduğu temsildeki adaletsizliği yıkmış olmaları. 2002 seçimlerinden sonra ortaya çıkan tablo, bu sefer tekrarlanmadı ve AKP oylarını yaklaşık %50 oranında artırmış olmasına karşın, sandalye sayısı azaldı.
Neticede, sermayenin desteği ve popülist politikalarla oyunu yükselten bir iktidar partisi, buna karşılık hiçbir zaman iktidar olmak istemeyen ve bu nedenle de aslında kaybettiği bir şey olmayan bir ana muhalefet partisi ve ana muhalefet partisinin körüklediği milliyetçilik rüzgarından akıllıca davranarak faydalanan MHP’nin, milletvekili koltuklarını bağımsızlarla paylaştığı bir Meclis ile karşı karşıya kalmış durumdayız. Bağımsızların arasında ezici çoğunluğu DTP’lilerin oluşturduğunu hesaba kattığımızda, gayet renkli bir tabloyla karşı karşı olduğumuzu görüyorum. Geriye kalan, bu renkli ortamda hangi rengin daha ağır basacağı...

9.7.07

Sapına kadar solcu olmak…/ Ulas Bayraktar

Bilmem dikkatinizi çekti mi ? İki gün önce gazetelerde CHP’nin seçim otobüsünde travestilerle yakalanan iki kişinin haberi vardı. Olayın magazin boyutunu bir tarafa bırakıp, ben doğrudan olaya adı karışan travestilerin daha doğrusu onların müşterilerinin bana siyasi alana dair düşündürdüklerine geçmek istiyorum. Hani şu kendi cinsleri ile cinsel ilişkiye girdikleri halde hala sapına kadar heteroseksüel olduklarına inanan ve bunu iddia eden erkeklerin alemine bir göz atsak. Cinsel tercihlerini bir aktif-pasif dizgesinde konumlandıran, dolayısıyla aktif oldukları sürece heteroseksüelliklerine halel gelmeyeceğine inanan erkeklerin riyakarlığı siyasi alanda da karşımıza çıkmıyor mu ?

Mesela bu erkekler, söylem ve duruşlarıyla sosyalist enternasyoneli bile dumura uğrattığı halde hala sol bir parti olduğunu iddia eden siyasal örgütümüzle kıyaslanamaz mı ? Merkezine milliyetçi temaları koyup, insan hakları ve demokrasi gibi konuları tamamen boşlayan bir siyasal partinin hala sol oylara talip olabilmesi benzer bir riyakarlığa işaret etmez mi ? Bir yandan sağın sosyo-ekonomik ve kültürel tüm savlarını sahiplenip, bir yandan da solculuğuna halel gelmediğini savunmak tedaviye muhtaç bir siyasi şizofrenlik hali değilse nedir ?

Yazı, bu kronik CHP’yi eleştirme minvalinde pekala devam edebilir de, sorun ya bir kurumsal bozukluk değil de toplumsal bir anomaliyse. Yani CHP’nin sözde solculuğu aslında toplumun geneline yayılmış bir riyakarlığa işaret ediyorsa. Daha açık ifade etmek gerekirse, ya solu temsil ettiğini iddia eden partimizde gözlenen çelişkiler, kişisel bazda partinin, hatta genel olarak solun Türkiye’deki tabanında da aynen yaşanıyorsa...

Düşünün bir, siz görüp tanıdığınız bir takım solcularla kıyaslayınca, mesela Deniz Baykal’a (tamam biraz abarttım) hiç rahmet okumuyor musunuz ? Özel hayatında alabildiğine bencil, benmerkezci, iktidar düşkünü, materyalist, paylaşmayı bilmeyen, düşüncesiz ve saygısız nice kişinin ama ne kadar solcu olduğuna, siz hiç tanık olmadınız mı? Siyasi olarak evet en solcu, sabah akşam ezilenlerin, yoksulların kurtuluşunu düşünen, ama bu düşünce ile meşgulken haliyle yemeğini, bulaşığını, ütüsünü karısına yaptıran, görev ve sorumluluklarını başkalarına devretmeye meyilli, çocuklarını otoriter biçimde terbiye etmeye çalışan, çevresine karşı gayet düşüncesiz, küçük yolsuzlukları kanıksamış, devrimci mücadelenin yoğunluğu içinde ailesini ve dostlarını ihmal etmiş olmayı pek umursamayan solculara siz hiç rastlamadınız mı ?

Solun diğerkamlık, tevazu, eşitlik ve saygı gibi insani ilkelerinden habersiz veya bunlara oldumolası duyarsız, gündelik hayatlarında olabildiğine bencil ve adaletsiz olan bu insanların solculuğu, travestilerle ilişkiye giren erkeklerin heteroseksüelliğine benzemiyor mu ? Cinselliği bir aktif-pasif ayrımına indirince sapına kadar erkek ; söylem ve slogana indirince sapına kadar solcu …

Niye peki ? Nasıl mangalda bu kadar solcu, evde, işte, trafikte bu kadar bencil ve düşüncesiz olabiliyoruz ? Bence bu biraz, solculuğun Türkiye’de biraz dış referanslara bağlı olarak ortaya çıkması ve bu nedenle sola dair ilke ve değerleri içselleştirmekte zorlanmamızla ilgili. Sanki çoğunlukla düşmanımıza, bizi tehdit edenlere karşı ya da özentilikten solcu oluyoruz. Laiklik adına, alevilik adına, kürtlük adına kendimizi solculaştırıyoruz. Sola ait olan ilkeleri, değerleri, davranış biçimlerini yeteri kadar içselleştirmeden ulusal ya da kişisel konjonktürün gerektirdiği biçimde solculuğa soyunuyor, dolayısıyla da solculuğun biraz kostüm mecrasında sıkışıyoruz.

Bu sene bir öğrencim vardı örneğin ; kendini ABD ve İngiltere’nin sosyal güvenlik modelinin, başkanlık sisteminin cazibesine kapıtırmıştı. Bunları hayli mantıklı ve tutarlı bir şekilde savunabiliyor ama aynı zamanda da solculuğunu gururla vurgulamaktan geri kalmıyor, hatta bir sosyal demokrasi derneğinde yöneticilik yapıyordu. Başka koşullarda iyi bir liberal olacak bu genç, alevi olduğu için solculuğu elden bırakamıyordu. Bu şizofrenik siyasi doğanın sonucunda, sol içselleştirilmeden kalırken, ana siyasi kimlik öğesi olmaya devam ediyor.

Dolayısıyla, başka koşullar altında homoseksüelliği veya en azından biseksüelliğiyle barışık bir şekilde yaşayacak travesti müşterileri gibi, biz de şartların bizi itmesiyle yapay bir siyasi kimliğe sarılıyoruz. Solcu olmak zorunda kaldığımız için solcuymuş gibi dolanıyor, bireysel ya da kurumsal düzeyde doğal halimizi ele verdiğimiz halleri de öfkeyle saklamaya çalışıyoruz. İçselleştiremediğimiz ilke ve değerleri anca slogan ve söylem bazında kullanıyor, fiiliyatta çokça ortaya çıkan çelişkileri görmezlikten geliyoruz.

Uzun lafın kısası, CHP’ye kızmaya tamam, ama biraz da çevremizde solcu diye dolaşanların ve hatta kendimizin solun ilke ve değerlerini ne kadar içselleştirdiğimize bakmak kaydıyla. Belki de çoğumuz Baykal’la aynı travestilerin gizli müşterileriyiz de, kabüllenmek istemiyoruz…

4.7.07

Özdemir İnce telaşlandıysa herşey yolunda/ Burak Cop

Özdemir İnce bir süredir Hürriyet’teki köşesinde Ufuk Uras ve Baskın Oran aleyhinde bir şeyler yazıyor. Memnuniyetle takip ediyorum çünkü Sol’un bu iki bağımsız adayının egemen medyada yeterince yer almaması canımı sıkıyor ve bildiğiniz gibi reklâmın kötüsü olmaz. Kaldı ki İnce’nin “eleştiri” görünümlü öfke patlamaları olsa olsa hocalarımızın ekmeğine yağ sürer çünkü şuursuz hücumlar her zaman “savunma”ya yarar.

Evet, İnce’nin eleştirileri sahiden de düşünce sistematiğinden yoksun ve insanda “yahu yazar bir şeylere sinirlenmiş ama meramını da pek anlatamamış” izlenimi uyandırıyor… Araya edebi ifadeler de sıkıştırmış şair; “elimde kalacağı için Baskın Oran’ı fazla didiklemek istemiyorum” gibi. Allah razı olsun diyorum ben de. Şair duyarlılığı böyle bir şey olsa gerek…

İlk yazısında iki bağımsız adayı birden hedef almış köşe yazarı. “Ufuk Uras ve Baskın Oran, Türkiye’nin sınırları içinde hiçbir sol partiyi beğenmedikleri için ‘Bağımsız sol aday’ olmuşlar. Sağda olabilir ama solda bireyci ve bireysel eylem, daha doğrusu siyasal eylem olmaz” buyurmuş… Yanılıyorsunuz Sayın İnce… Uras ve Oran hiçbir sol partiyi beğenmeyen kibirli insanlar oldukları için değil, sizin mevzubahis yazılarınızda bir kere bile değinmediğiniz (yer darlığından değinemediniz herhalde) yüzde 10 barajı yüzünden seçimlere bağımsız giriyorlar. Ayrıca hiç de öyle “bireyci ve bireysel” takılıyor değiller, arkalarında bir dolu siyasi parti, sivil toplum örgütü ve meslek kuruluşu var. Adı üstünde; “Sol’un bağımsız adayları” onlar, bağlantısız solcu adaylar değil.

İnce daha sonra Birinci TİP’in (1961-1971) tarihini birkaç paragrafta özetlemiş ve sonunda demiş ki; “TİP’in yapısını çatlatanlar arasında Ufuk Uras ve Baskın Oran türünden ‘aydınlar’ vardı. TİP gibi partilerin kesinlikle bir seçkin ve aydın hareketi olamayacağını anlamamışlardı”… Allah Allah, bu da nereden çıktı? Hâlbuki ben TİP’in Çekoslovakya işgali üzerine yaşanan iç tartışmalar ve MDD’ciler ile devrimci gençlerin dışarıdan muhalefeti sonucu çatladığını zannediyordum. Neyse, ben o yıllarda henüz C vitaminiydim, herhalde benim bilmediğim bazı şeyleri Sayın İnce biliyor olsa gerek… Yazı Uras ve Oran’a hitaben şu soruyla bitiyor: “Peki sol ekonomi programları, küreselleşmeyi eleştiren, değerlendiren programları nerede?”… Sayın İnce’nin internetle de pek arası yok galiba. Yerinde olsaydım böyle bir şey yazmadan önce eleştirdiğim kişilerin internetteki seçim propaganda sitelerine bakardım. Neyse, canı sağolsun…

İkinci yazının hedefinde özel olarak Baskın Oran var. “Hakiki Koç dercesine kendilerini ‘Hakiki Sol’ tesmiye eden kimseler de Neoliberallerin, Yeni Mürtecilerin yaptıklarını yapıp kendileri çalıp kendileri oynuyorlar. Bu üç kesimin kesişme ve örtüşme nokta ve düzlemleri var” demiş yazar. Söz konusu “nokta ve düzlemlerin” ne olduğundan bahis yok ama boşverin… Hemen ardından “bu türden marjinallik tafralarına benim karnım tok” gibi, her tarafından entelektüel birikim taşan bir karşı-argüman cümlesi… Bir de şair Guillaume Apollinaire’den bir alıntı… Eee, Hürriyet’te yazmak her babayiğidin harcı değil tabii…

Eleştiriler burada da bitmiyor. Yazar, Baskın Oran’ın “Batı karşıtı bir insan kemalist olamaz” minvalli bir cümlesinden hareketle “anti-kemalist Oran’ın aslında kemalizme aşkını ilan ettiğini” tespit ediyor. Oran’ın şeriatçı Vakit gazetesince desteklendiğine işaret edip bağımsız sol adayların aslında sağcı olduğunu, hatta AKP’nin beşinci kolu olduğunu öne sürüyor (eminim bu satırları okuyan Uras ve Oran boncuk boncuk terlemiştir!). Bana sorarsanız, eğer CHP sol bir partiyse, Uras ve Oran’ın sağcılıkları gerçekten de tartışılmaz bir olgudur.

Gelelim son yazıya… Yazarımız, Ufuk Uras’ın adaylık ilan bildirisini “copy-paste” usulü, olduğu gibi köşesine koymuş ve eklemiş: “1970’lerin cafcaflı goşist üslubuyla yazılmış bu bildiri bana inandırıcı gelmiyor. Ama demokrasinin şanı için sütunuma aldım”. Ben bu noktada bir kere daha Allah razı olsun diyorum. Yalnız bildirinin yazara neden inandırıcı gelmediğine dair en ufak bir ipucu bile yok ortada… Ama aslına bakarsınız böylesi daha iyi, sonra Ufuk Hoca sandığa gömülür neme lazım…

Ve nihayet, üçüncü yazının sonunda bakla çıkıyor ağızdan… Doğu Perinçek’in İşçi Partisi bir araştırmaya göre oyların yüzde 4.5’ini alacakmış, kendini “seçimin sürprizi” olarak tanımlıyormuş, işte siyasal parti buymuş, işte siyasal duruş buymuş… İlahi Özdemir Bey, bunun için mi yordunuz bizi de, kendinizi de… Yalnız size kötü bir haberim var, Uras ve Oran’ın alacakları toplam oy, İşçi Partisi’nin yurt genelinde alacağı oya yakın olacak büyük ihtimalle… Zaten demokrasi bu halka bol geliyor, öyle değil mi Sayın İnce?

25.6.07

Soldan Avrupa Birliği / Burak Cop

Türkiye ile üyelik müzakerelerinin takvime bağlandığı 2004 AB zirvesinden beri, Türkiye’nin Birliğe üyelik süreci pek olumlu seyretmiyor. Bunun Türkiye’ye bağlı olan ve bağlı olmayan çeşitli sebepleri var. Yurt ölçeğinde bakıldığında milliyetçiliğin ve buna bağlı Batı düşmanlığının yükselişi, siyasal ortamın anti-demokratikleşmesi/militaristleşmesi, adı konulmamış bir AB karşıtlığına sürüklenen CHP’nin tutumu ve AB üyeliğine “faydacı” yaklaşan iktidarın, kısa vadede herhangi bir hayrını göremeyeceğini anladığı reformları boşlaması göze çarpıyor. Türkiye’nin kontrolünde olmayan faktörlere baktığımızda ise Almanya ve Fransa’daki sağcı iktidarları, Avrupa’da artan İslam alerjisini, son 3 yılda 12 yeni üye alan AB’nin yaşadığı hazım sorunlarını ve anayasa taslağı iki referandumda reddedilmiş Birliğin yaşadığı kurumsal belirsizliği görüyoruz.

Özetle Türkiye’nin AB üyeliği meselesi her iki taraftaki egemen siyasetler tarafından şu aralar vicdansız zenginin evindeki besleme muamelesi görüyor. Sahipsiz bir proje ya da öksüz bir tahayyül de diyebiliriz… Peki Türkiye ve Avrupa Solu bu durumda kendini nasıl konumlandırmalı?

Türkiye’nin AB üyeliğine (elbette belli şartların karşılanması talebiyle) kategorik destek veren gene Avrupa’nın sol partileri… Solun Türkiye ayağına baktığımızda ise, sosyal demokrat etiketli milliyetçi-statükocu partilerin AB meselesinde herhangi özgün bir projesi ya da inisiyatifi bulunmadığı görülüyor. İşte tam da bu noktada sosyalist kesimlere değişik bir “sorumluluk” düşüyor. Bunu biraz açalım…

1990’lar demokratikleşme, hukukun üstünlüğü, insan hakları ve ulus-devlet ötesi kimlik politikaları gibi; H.Bülent Kahraman’ın deyişiyle “özünde sol” olan kimi değerleri ön plana çıkardı. Türkiye de, yeterince olmasa dahi, bu değerlerden nasiplenmekte. Ve 90’lardan günümüze bu dönüşümün Türkiye özelindeki çerçevesini AB üyelik süreci oluşturuyor. Bahsi geçen değerler günümüzde Türkiye’de en samimi biçimde “gerçek sol” tabir edebileceğimiz kesimlerce savunulmakta. Dahası, bu kavramlara herkesten çok Sol’un ve toplumdaki ezilenlerin ihtiyacı bulunuyor. Fazla geriye gitmeye gerek yok, 29 Nisan’daki “Cumhuriyet mitingi” bir bahar şenliği havasında cereyan ederken iki gün sonraki 1 Mayıs’ta binlerce insanın gaz ve copla haşır neşir edilmesi, bir inadın mahsulü Taksim yasağı yüzünden milyonlarca İstanbullunun yollarda çile çekmesi Türkiye’de hâlâ ciddi bir “özgürlük sorunu” olduğunu göstermiyor mu?

Tam da bu noktada Sol açısından belki şu itiraz öne sürülebilir: “Demokratikleşmeye eyvallah, ama bunun için AB çerçevesine ihtiyaç var mı? Hele ki AB’nin dünya kapitalizminin ABD ve Japonya’yla birlikte üçlü sacayağından biri olduğu düşünüldüğünde…”.

Bu sorunun da bir yanıtı var… Elbette AB İkinci Dünya Savaşı sonrasında Avrupa’da bir ekonomik bütünleşme hareketi olarak başlayıp bugünkü yapısına evrilmiş bir süreç ve bu sürecin kapitalist küreselleşmeden ayrı düşünülmesi mümkün değil. Bu sebeplerden ötürü Sol’un AB’yi savunması TÜSİAD’ın AB’yi savunmasından çok farklı olacaktır, olmalıdır. Tekrar H.Bülent Kahraman’a atıfta bulunacağım: “Sol, herşeyden önce dünyanın maddi bütünlüğü içinde kavranması ve Marx'ın büyük önermesiyle söylemek gerekirse, onun, yani dünyanın değiştirilmesini istemektir. Bu da, sanılanın tersine verili, yaşanan maddi dünyanın Sol’a uydurulması değil (o, otoriter ve bürokratik bir rejimdir sadece) Sol’un yaşanan maddi dünyaya uydurulmasıdır”. Avrupa Birliği’ne bu pencereden bakacak bir Sol’un varacağı nokta da günümüzde AB’nin bir “vakıa” olarak kabulü olacaktır. Sol açısından yarattığı fırsatlar (demokratikleşme) ve tehditlerle (neo-liberal politikaların yaygınlaşması), AB, bir bütün olarak realitedir.

Bu vakıa, yukarıda değinilen fırsatlar ve tehditlerin yanı sıra, kapitalizme karşı farklı mücadele zeminlerini de bünyesinde barındırıyor. Marx’ın Manifesto’daki “işçilerin vatanı yoktur” ifadesini hatırlatırcasına, Avrupa’nın sol hareketleri de “Emeğin Avrupası”nı, “Sosyal Avrupa”yı kurmak için bir araya geliyor ve “Başka bir Avrupa mümkün” diyor. Bunun en canlı örneği çok sayıda Avrupalı sosyalist, komünist ve yeşil parti tarafından 8 Mayıs 2004’te Roma’da kurulan Avrupa Sol Partisi… 13 adet sol partinin 1999’daki Avrupa Parlamentosu seçimleri öncesinde “sosyal, ekolojik, demokratik, barışçı ve dayanışmacı bir Avrupa” talebiyle bir araya gelmesinin ardından gitgide genişleyen bu yapı, günümüzde 30’a yakın üye ve gözlemci partiyi barındırıyor. Avrupa Sol Partisi savaşa ve militarizasyona karşı duruyor, sosyal devleti ve farklı kültürlerin kendini geliştirmesini savunuyor, demokrasinin kitleselleşmesini, yani doğrudan demokrasiyi talep ediyor, kapitalist küreselleşmeye direneceğini ilan ediyor. Yani çağdaş sosyalizmin çerçevesini çiziyor. Türkiye tarihinden örneklemek gerekirse Mehmet Ali Aybar’ın “güleryüzlü sosyalizm”inin çağdaş bir yorumunu yansıtıyor. Darısı Türkiye Solu’nun başına…